Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız bu sabah? Valla artık nasılız bilemiyoruz aklımız nevrimiz şaştı. Gündem o kadar hızlı ve gergin geçiyor ki kendimizi bu gerginlikten bu ayrım gayrımlıktan koruyamadığımız için “Allah’ım aklımıza mukayyet ol“ diye yalvarıyoruz.
Bir uyanıyoruz merkez bankası başkanı değişmiş. 20 ayda dördüncü kez! Valla nasıl, niçin oluyor bu işler anlayamıyoruz, zaten anlasak ne yazar, anlamsak ne yazar, her şey “değiş” deyince değişiveriyor. Ne güzel değil mi? Bu değişimin sonunda dolar çıldırmış gibi fırlıyor! Faizlerde öyle tabi; bu durumda bazıları bir anda dibe vuruyor bazıları tavana! En rahatı dolarla, markla hatta parayla işi olmayan ben gibiler; ancak ülke ekonomisi ne hale geliyor işte bizi ilgilendiren kara-kara düşündüren bu. Elimizi neye atsak ateş pahası, pahalılık, yokluk, yoksulluk, işsizlik, tavan yapmış, ayrım gayrım ondan geri değil. Ve bizler kolumuz bağlı “lahavle” çekmekle oyalanıyoruz. Sonra yatıp kalkıyoruz “pat” İstanbul Sözleşmesinden çekilmişiz! Valla çekilsek ne yazar, çekilmesek ne yazar diyeceğim de onu da bilemiyorum yani ilk başta biz imzaladık ülkemizin en büyük şehrinin adı ile anılan İstanbul Sözleşmesini 24 Kasım 2011’de o günden bu güne kaç kadın cinayete kurban gitti, kaç çocuk tacize uğradı aile içinde, onlarca, yüzlerce şiddet yaşanıyor, basına yansıyan yansımayan, hangisini engeldi ki bu sözleşme Allah aşkınıza ki eşcinselliği teşvik etsin? Bahane buymuş! Gülmek mi lazım, ağlamak mı bilemiyorum. Eşcinsellik teşvikle olabilecek ya da zorlanınca vazgeçilecek bir şey mi ya? Bunca kadınının tepkisini göze alarak bu sözleşmeden çekilenlerin çok geçerli bir nedenleri vardır zahir?? Yani adamın biri çıkıyor anlı şanlı doktor üstelik; “boşanmayın ikinci kadını alın” diyor. Ah ya ne güzel dünya! Üçleyin hatta dörtleyin kim tutar sizi? İstanbul Sözleşmesi bizim neyimize!!
Kaldı ki dünya da ilk olarak bizler seçilme ve seçme hakkını elde eden bir ülkeydik ama şimdiki halimize bakın! Atatürk bu hakkı bize daha dünya kadınlarının bunlardan haberlerinin olmadığı bir zamanda vermişti ama şimdi bütün haklarımızdan vazgeçip erkek egemen bir toplumda evde oturmamız isteniyor. Haklarımızı istediğimizde şiddetle karşılanıyoruz, itilip dövülüyoruz. Halifeliğin diriltilmesinden bile söz edenler var yani 70 yıl geriye gitmek için uğraşıyoruz valla garip değil mi? Yani doğaya aykırı, yani herkes ileri giderken biz geri mi gidiyoruz ya da nereye gidiyoruz?
Ve korona hanım bile bu gidişten rahatsız yani “pabucum dama atıldı” diye dövünüyor bu yüzdende karşı atağa geçti, sağa sola saldırıyor. Sarı, mavi olan yerler bile kırmızıya boyanmak üzere. Ve bizler önce sağlık diyemediğimiz için maske-mesafe-hijyen havayla cıva oldu. Yahu azıcık dikkat ne olacak, azıcık dikkat ya, dışarıda yemek yemesek ölür müyüz ya da kahve içmesek, alışveriş yapmasak olmaz mı, yürüyüş yapmak için çıktığımızda daha sakin yerleri tercih etsek ne olur? Taziyelere telefonla katılsak, toplu yerlerde bulunmasak ne olur bir müddet için sonsuza dek değil yani valla dikkat etmesek korkarım daha çok sürecek bu illet ve biz koronadan ölmezsek sıkıntı ve stresten kafayı yiyeceğiz.
Ah ya her şeye rağmen gülümsemek ne güzel ve biz bunu çok sık olmasa da beceriyoruz çok şükür. Gülmek, gülümsemek olaylara daha objektif bakmamıza neden olabiliyor. Ve sevgili okuyucularım her şeye rağmen bütün ayrım gayrımlara inat ayrımsız gayrımsız gülümseyerek, maske-mesafe-hijyenle, sevgi ve sağlıkla kalalım. Yase
& & & & &
“LAEDRİ”; kime ait olduğu bilinmeyen nazım parçalarının altına “yazanı belli değil” anlamında konulan ibaredir. Bendenizde yeni öğrendim ve paylaşmak istedim.
Ayrıca felsefe Bilinemezci… Metafizik bahislerinde, yani “Mutlak Varlık”, “Eşyanın Hakikatleri”, “Ruhun Tabiatı” ve “Mebde ve Mead” gibi meseleleri insan aklının kuşatamayacağına inanan ve bu konuda bilgisizliğini itiraf etmekten çekinmeyen düşünürlere “laedri”, yani bilinemezciler denilir.
& & & & &
Ağzına Yılan Kaçan Adam
Akıllı birisi, atına binmiş gidiyordu. Yol kenarında uyumakta olan birisinin de ağzına yılan kaçmak üzereydi. Atlı, yılanı ürkütüp kaçırmak ve adamı kurtarmak için atını koşturdu, fakat yetişemedi.
Tutup o adama kırbacıyla birkaç kere vurdu. Uyanan adam, darbelerin acısıyla bir ağacın altına kadar kaçtı. Oraya bir hayli çürük elma dökülmüştü. Atlı:
–Bunları ye, diye emretti.
–Beyim, dedi adam, ben sana ne yaptım. Eğer bana hakikaten kastın varsa, vur kılıcı öldür. Sana çattığım saat ne uğursuzmuş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene… Dinsizler bile kimseye sebepsiz böyle yapmazlar.
Bir yandan da lanetler okuyor, beddua ediyordu:
–Ya Rabbi, cezasını sen ver, diyordu.
Atlı ise onu dövüyor:
–Koş, diyordu.
Atlı adamı epeyce bir zaman koşturdu. Nihayet adamın safrası kabardı, yediklerini kusmaya başladı. Bu arada yılan da çıktı. Adam yılanı görünce atlının ayağına kapandı:
–Sen bir rahmet meleğisin, dedi, ne mübarek saatmiş ki seni gördüm. Sen beni analar gibi ararken ben eşekler gibi kaçıyordum. Durumu biraz olsun bilseydim sana bu kadar kötü sözleri söyler miydim?! Sükut ederek kızgın göründün, hiçbir şey söylemeksizin kafama vurmaya başladın. Bağışla!
–Eğer ben biraz olsun sana hali çıtlatsaydım derhal ödün patlardı, içindeki yılanı bilseydin ne elma yiyebilir, ne koşabilir ne de kusabilirdin. Sen bana söverken ben gizlice, “Ya Rabbi, işimi kolaylaştır” diye dua ediyordum.
İşte bu, akıllının düşmanlığıdır. Akıllının düşmanlığı, ahmağın dostluğundan yeğdir, denilmiştir.
Günün Şiiri
Yeniden Hüzünle
İşte yine can sıkıntısı
bana bir şiir yazdıracak.
Tırnaklarım uzamış,
İçimde yaralı bir aşk.
İçimde yaralı bir aşk
ve birkaç piyes ölüsü,
birkaç gözyaşı kırıntısı,
intihar gelgiti birkaç.
Sırtüstü uzandım dünyaya,
odamın ampülüne bakıyordum,
ampulün bağlı olduğu borunun
tavanda kıvrılışına.
Tavanda kıvrılışına
birkaç damla gözyaşının
birkaç damla tentürdiyot,
kalbim ağrıyordu, bir yaz-
günü düştüm sokaklara,
karanlık sokaklara düştüm,
bir yaz gecesiydi galiba,
ürpererek indikçe bayırlardan,
kimsesiz ve boş alanlara,
çaresiz, bomboş bir cesettim,
bir suyla dolu bir kova
olarak kalmışım dünyada.
Herkes kim bilir nerdedir-
şimdi? sevgilim…Kim bilir-
nerdesin?
Kalbim -ki bir gün durur-
var mıydı acaba?
Ölümü ve tuzlu
fıstıkları unutmadım,
bayat tuzlu fıstıkları.
Sarhoşlar kusardı bir de
ben varken orda. Dünya\’da.
1965 yılında.
Bir savaş ve hüzün korkusuyla
kahvelere dolardı insanlar
Sevgilim! Sevgilim!
“Kanayan yerim benim”
çürük yumurta, bayat pastırma
ve
bamya yenilen bir lokantada
mareşal fevzi çakmak, koca yusuf
dünya güzeli fatma
dostumdular.
Ben o şehirde yalnızdım
bunu kimseler bilemez
gidip gidip rıhtıma
dururdum.
Kör bir dilenci vardı, o da-
dostumdu, beni-
evlendirmek isterdi kızıyla.
Ben içimde bir acıyla
boyna bir resim yapardım.
Sarı kurdeleli kızlara-
hikayeler anlatırdım hatta
uzak dünyalar ve
albert aynştayn hakkında.
Onlar
uzun uzun susarlardı.
Güzelim kızlari Hürriyet-
gaztesi okurlardı
Ses ve Hafta.
Her şey o kadar birbirinin
aynıydı, hayat-
akıp gidiyordu sıkıntıyla.
Domino taşlarına ve
bir nehrin akışına benzeyen
cesur ve genç hayat. Akıp giden.
Kitapçı vitrinlerini
ve
alanları hızla eskiten-
hayat, bazen-
beni heyecanlandırırdı.
Yağmurlu, ıhlamur ağaçlı bir yolda
kocaman, eflatun, bir güneş
tıkanırdı gırtlağıma
onu karnıma sokardım.
Güneşi, göğsüme ve karnıma.
Akşam-
beni bulurdu bir koyda.
Kırlara doğru
koşardım bir bağırtıyla.
Az önce ıslanmış kırlara,
serin ve bereketli,
her zaman bağışlayan,
o taze, ve hüzün-
anası kırlara…
Sevgilim! Sevgilim
Gece-
yürüyor,
Dünya-
yürüyor ordularla.
Kitaplarla ve matbaacı-
çıraklarıyla. İçimde-
bir dağ çeşmesi akıyor…
Sabah oldu oluyor anında-
eski, külüstür, kömür-
yüklü sarı bir kamyonla
yanında durmuştuk, orman-
battaniyeliydi hala.
Bir hastane odasında-
sabaha karşı, yaralı-
bir onbaşı gibi uyuyordu.
Sabaha-
karşı bir hastane odasında-
aklıma çanlar geliyor.
Bir adam-
kesik çocuk başları satıyor.
Yeniden
hüzünle başlıyorum bir
romana…
Ataol BEHRAMOĞLU
Günün Sözü
İyi şeyler inandığında, daha iyi şeyler sabrettiğinde ve en iyi şeyler ise hiç vazgeçmediğinde gelir.
La Edri
Not: Sevgili okuyucularım -La Edri- Arapça bir sözcük olup (bilmiyorum) anlamındadır.