Önce, 16 Mart tarihli Cumhuriyet Gazetesinin birinci sayfasında; “Ezilmiş ve dışlanmışların okulu sahipsiz” üst başlığı altında; “Çok problemli liseler!” şeklinde dört sütuna manşetten verilen Figen Atalay imzalı yorumlu haberi yorumsuz yazalım…
Birinci sayfada, “561 çok programlı lisede 170 bin öğrenci öğrenim görüyor, 10 bin öğretmen görev yapıyor. KOBİ’lere ucuz işgücü yetiştiren okullar 4 yıllık lisans programlarına öğrenci yerleştirmede en alt sıralarda yer alıyor” cümleleriyle çerçevelenen söz konusu haberin devamı 9.sayfada şöyle resimleniyor. “Türkiye’nin çok programlı liseleri, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde siyahların, ABD’de Afro Amerikalıların ya da Avrupa’da göçmenlerin çocuklarının devam ettiği okullar gibi. Ezilmişlik ve dışlanmışlık duygularının hakim olduğu bu okullar, eğitim sisteminin en dezavantajlı okulları olarak nitelendiriliyor.”
Devamında ise; “Eğitim Sen eski Genel Başkanı Alaattin Dinçer, bu liselerde yaşananlara ayna tutmak amacıyla idareci ve öğretmenlerin değerlendirme ve katkılarıyla bir rapor hazırladı. Rapora göre, çok programlı liseler, çevrenin ihtiyacına göre temel eğitim üzerine 4 yıllık ortaöğretim programları uygulanmak; yaşama, mesleğe ve yükseköğretime öğrenci hazırlamak üzere kuruldular. Bünyesinde meslek lise türlerinin tamamını barındırıyor” haberiyle birlikte şu yorumlar aktarılıyor: “Çocuklarda, yerel kültürün yarattığı geleneksel tutum ve alışkanlıklar yaygın. Ezilmişlik ve dışlanmışlık duygusu hakim. Ailelerin eğitim ve gelir düzeyi çok düşük. Okullarda kırsal bölgelerden ve yoksul halk çocukları okumaktadır. Kontrol edilebilir ‘baldırı çıplaklar’ yaratmanın diğer adıdır. Başarısızlık ve niteliksizlik üzerinden yeni yapılanmanın ihtiyaç haline getirilmesi projesidir. Üniversite sonuçları çöküntü halinin resmidir.”
“Yorumlu haberin” yorumuna geçmeden, geçen yıl yayımlanan Dünya Bankası raporundan bir paragrafı da yorumsuz aktaralım: “Anadolu ve Fen Liseleri “elit devlet okulları” olarak biliniyor. Bu liselere giden bir öğrenci genel liseye giden bir öğrenciden okuma olarak 2, matematik olarak 3 okul yılı ileride. Fen Lisesi öğrencilerinin üçte ikisi ve Anadolu Lisesi öğrencilerinin yarısı nüfusun en zengin yüzde 20’lik diliminden geliyor. Buna karşın, her 30 Fen Lisesi öğrencisinden biri ve her 17 Anadolu Lisesi öğrencisinden 1’i en yoksul yüzde 20’lik dilimden geliyor.”
Gelelim yorumlu haberin yorumuna.. Meslek liselerinin sefaletinden bahseden haber, sanırım hemen her tür “sefaletin nedeni” olan, “bırakınız yarışsınlar, yaşasın kazanan birey!” anlayışını eleştiriyor.. Dolayısıyla “altta kalanın canı” türünden bireyci, benci, bencil yarışmacı sisteme yönelik bu eleştirel haberin yorumunun; “yorumlamak yetmez, sorun onu değiştirmektir” yorumunda olduğunu düşünüyorum..
Bu haber yorumun bana 16 yıl öncesinin gazete manşetlerini hatırlattığını da söylemeliyim.. Yukarıdaki rapora göre bu bir projeyse eğer bu projenin temelleri, zorunlu 8 yıllık eğitime geçiş sürecinde meslek liselerinin önüne üniversite giriş sınavlarında konulan katsayı engeli ile atılmıştı.. Bunu söylemek için 16 yıl öncesine gitmeye gerek de yoktu.. Zira katsayı nedeniyle meslek liselerinin sonuçta bu hale geleceğini öngörenleri görmezden, duymazdan, bilmezden gelerek, katsayıyı savunan sözüm ona eğitimcilerin, “sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa” yorumlarını manşete taşıyan gazete haberleri daha düne kadar devam ediyordu.. Oysa bana göre eğitimdeki gerçek sorun, katsayı engelini savunanların hoşuna gitmese de, ineği sağanların da fırsat ve imkan eşitliği içeren demokratik eğitim yoluyla ağalık hakkının olup olmadığıydı! Aristokrat zihniyetin temsilcileri YÖK eliyle “yoktur” diyordu! Mesleki liselerde okuyan öğrencilerimizin; hadi sınav öncesinin imkan eşitliğinden vazgeçtik, bari fırsat eşitliğinden olsun yararlanma hakkına, güya “yorumlamak yetmez” tezini savunur görünen kimi bohem eğitimciler de, “madem ki o okulu seçmiş, o okulun mesleğini de yapsın” lümpenliğiyle karşı çıkıyordu.. Bu “zâdegan” zihniyet, eğitimde; “öğretmenlik de, hukuk da, tıp da, mühendislik de benim hakkımdır” şeklinde tecelli ediyor, sosyoekonomik dezavantajlı konumları nedeniyle, üniversite seçmelerine giremeyecek şekilde yetiştirilen öğrenciler, “gitsin sanayiye görsün gününü” hor görüsüyle elenerek bu liselere kaydırılıyordu!
İyi de, toplumsal yaşamda bulunduğumuz statü bize doğuştan mı veriliyordu, yoksa eğitim yoluyla kendimiz mi kazanıyorduk? “Ezilmiş ve dışlanmışların okulu sahipsiz” üst başlıklı haberin bir yorumu da galiba bu soruya “zâdegan” zihniyetin verdiği yanıtta saklıydı.. Zâdegân, lûgatta; “Soylular sınıfı, meşhur ve muayyen aileler topluluğu, aristokrat” şeklinde tanımlanıyordu. Aristokrasi; Grekçe en iyi anlamlı aristos ile, iktidar anlamlı kratos sözcüklerinden mürekkepti.. Aristokrat kavramının tanımı; “toplumda soydan veya doğumdan gelen bir üstünlükle en iyinin kendilerinin olduğunu söyleyenlerin bir sıfatı” şeklinde yapılmaktaydı.. Aristokratlara göre, kratos (yani iktidar, güç) güçsüz cahil yığınlar olan ‘demos’un (yani halkın) değil, ‘aristos’un (yani en iyi anlamında kendilerinin) hakkıydı!
Aristokratlar yalnız yönetimde değil, eğitimde de seçkinciliği savunuyordu.. Çünkü “en iyi” kendileriydi! Dolayısıyla her hakta olduğu gibi eğitimde de öncelik, seçkin bireyler olarak doğan bu beyzadelerin hakkıydı! Özetle, eşitlik, özgürlük adalet gibi kavramlar aristos için geçerliydi, demos için değildi!
Selam ve saygılar…