Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yılın son günlerindeyiz. Eskiyle hesaplaşmamız hala bitmedi. Okuduğum kitapları bitiremedim, yazdığım roman daha yarılanamadı bile. Ve kendimi çok tembel algılıyorum. Çok… Gece gündüz çalışmam gerek diyorum ama demekle olmuyor bir şey. Ne zaman canım ister o zaman oturuyorum yazmaya ya da çok canım sıkıldığında, öyle şunu bitirmem gerek diye oturursam, artık ev halkı beni unutur bende kendimi. Çünkü kendimi zorlayacağım ve zorlayınca sinirleneceğim, sinirlenince daha çok hırs yapacağım ve kendimi zorla konsantre edip yoluma sanki dünya durmuş, yalnızca benim dünyamda hayat var (yazdığım romanda) orada dolaşıyormuşum gibi olmuyor. Resmen oluyor. Ve tabi bizimkiler dolanıyor peşimde.
“Hadi ya bitmedi mi gün geçiyor güneş kaçıyor” falan diyerek. Duyarsam çığlıkları “siz gidin ben yetişirim” diyorum ve hiç yetişmiyorum, onlar gelince beni aynı yerde buluyorlar. Hayret bir türlü alışamadılar bu halime. İnsan işte böyle bir şey, alışmak istemezse alışmaz.
Diğer tarafta ise acayip unutkan olur önce kendi yaptıklarına. Olumsuz olan bütün davranışlarını, söylediklerini anında unuturlar sanki söyleyen onlar değil yapan onlar değilmiş gibi. Ama sizin en ufak bir olumsuzluğunuz ki onları ilgilendirmese bile noktasına virgülüne bile dokunmadan hatırlarlar. Ve ısıtıp, ısıtıp size sunarlar.
Ve ben deniz, bitmesine günler kalan bu yılda en çok bu davranıştan ve ikiyüzlülükten ıstırap çektim. Kocaman insanlar nasılda ikiyüzlü olabiliyorlar, nasılda sözlerinin, davranışlarının arkasında duramıyorlar ve söylediklerini çarpıtıp, çarpıtıp duruyorlar? Bu yıl en çok gözüme batanlardan biri de bu davranış oldu diyebilirim. Tabi ki yabancısı olamadığımız bir şey bu. Hepimiz birçok yerde kendi öz yüzümüzü özleriz bile. Hatta aslında kendimizi tanır mıyız aynaya bakınca onu bile bilmiyorum. Ancak kaç yüzlü olursak olalım. Bariz bir iki yüzlülük göz önünde olan, hemen kendini belli eder ve bir bulantı oluşur midemizde.
Ve doğruların aslında nasıl yanlış algılandığını görmek içimi acıttı. Ve radikal kararlar almak zorunda kalmak, buna zorlanmakta canımı acıttı. Canım acıdı ama belki bu bitmekte olan yılın en doğru davranışı oldu.
Valla artık bunları konuşmak boşuna… İpin ucu kaçtı. Nerde nasıl yakalarız bilmiyorum ama yeni yıla iyi girmek istiyoruz mutlu, sağlık ve barış içinde.
İstemek güzel ama şu an hepimizde garip bir gerginlik var iç sıkıntısı ve bıkkınlık. Nedensiz ya da altından kalkamadığımız nedenlerden ötürür tepemize dek dolduk. Bu saatte herkes alışverişte çarşı pazar da… Sanki diğer günler hiçbir şey almıyorlarmış gibi telaş içinde. Pazarlarda fiyatlar uçmuş.
Yeni bir yıla girmek kutlanası bir şey tabi en azından umutların tazelenmesi için. Ancak bunu abartmanın anlamını bir türlü anlayamadım. Nihayetinde ertesi gün sihirli bir değnekle her şey değişecek değil ki, gün, zaten dünün devamı olacak biz görsek de görmesek de. Of ya karamsar görünüyorum bugün gözüme. Karamsarlığımı hayra yormak ve umutla sevgiyle birlik beraberlikle yeni yıla girmek istiyorum sevgili okuyucularım… Yase
& & & & &
Yılbaşı Ağacının Öyküsü
Binlerce yıl önce, insanlar çam ağaçlarının sihirli olduğuna inanırlardı. Çünkü kış gelince tüm ağaçlar çıplak kalıp, yapraklarını dökerken, çam ağaçları yemyeşil kalmaya devam ederlerdi. Bu yüzden çam ağacını hayatın bir sembolü ve güneş ışığının, baharın yeniden geleceğinin bir işareti olarak gördüler.
Ayrıca, Almanya’da Martin Luther, karlı bir kış gecesi evine dönerken, ağaç dallarının arasında ışıldayan yıldızları görmüş ve o kadar hoşuna gitmiş ki, evine gidince ailesine bunu anlatmış, ama kelimelerle anlatmanın yetmeyeceğine karar vermiş olacak ki, dışarı çıkıp küçük bir ağaç kesip gelmiş ve ağacı yanan mumlarla süslemiş. İşte ondan sonra bu bir gelenek olup çıkmış. Tüm dünyaya yayılmış. İngiltere’de Kraliçe Viktoria, Prens Albert ile evlendiği gün Winstor şatosunda bir yılbaşı çamı yapılmış. Daha sonra göçmenlerle Amerika’ya da bu gelenek taşınmış.
Bir de efsane var: İsa’nın doğum gününde, tüm canlılar, bitkiler, herkes hediyeler getirmiş, zeytin ağacı zeytin, hurma ağacı hurma, elma ağacı elma vs. her ağaç kendi meyvesini getirmiş ama küçük çam ağacının getirecek hiçbir hediyesi yokmuş ve büyük ağaçlar onu göze görünmeyecek şekilde, arkaya itmişler. O zaman bir melek çam ağacına acımış ve bir grup yıldıza gelip çam ağacının dallarına konmaları için emir vermiş. Bebek İsa bu hoş görünümlü çam ağacını görünce, gülmüş ve onu kutsamış ve her yılbaşında, çam ağaçlarının her zaman çocukları memnun etmesi için ışıklarla donanmasını dilemiş.
& & & & &
Bir Yılbaşı Öyküsü – Vladimir Dudintsev
Bir grup bilim insanıyla ilgilenen, onları sokak aralarında takip eden, pencere camından gözetleyen bir baykuş… O, ölümün habercisiydi, kancayı taktıklarını ölüme yaklaştırıyordu. Lakin, ilginç bir adalet duygusu vardı; kurbanlarını öylesine, rastgele seçmiyordu… Zamanı ve yeteneklerini hovardaca harcayanlar, yaşamın nabzını artıramayanlar baykuşla tanışıyorlar, baykuş da onları ölümle tanıştırıyordu…
Gölge gibi bir şey sokaklarda yorulmaksızın beni izlemekteydi, ama çok uzaklardan… Saklanmak gibi bir kaygısı olmamasına karşın, takipçimin yüzünü bir kez olsun görme olanağını elde edemiyordum. Kadın mı erkek mi olduğunu bilmediğim bu kimse, gözetleme noktası olarak karanlık kemer altların ya da evlerin girişlerin seçiyordu. Bazen apaçık güneş ışığına çıktığı da oluyordu, ama gözlüklerimi çıkartmak için elimi cebime atar atmaz bu yabancı arkadaş hemen bir duvarın arkasına çekiliyordu.
Benimle bu denli ilgilenen, sanki bana tutkun bu insanı görebilmek için… Gölgesinde gözden yittiği kapılara, kemer altlarına gidip birçok kez baktım, ama oralarda kimseyi göremedim. Aradan çok geçmeden mevsimin ilk ince tül gibi karı yağdı. Bir gece tenha bir sokakta tek başıma yürüyordum, arkamda ayak sesleri duydum. Daha arkamı dönmeden gelenin o olduğunu anlamıştım. Ani bir hareketle geriye döndüm.
Yaşamıma başlamak için ayaklarımın ucunda parıldayan zaman okyanusunun kıyısında duruyordum. Geleceğin köpüklü dalgaları bir biri ardından ayaklarıma vuruyor, beni ileriye gitmeye zorluyordu. Yarın bu ufkun öbür yanına doğru yelken açacağım.
Günün Şiiri
Barış Nedir Sevgilim
barış nedir sevgilim
biliyor musun
bir köprü müdür üstüne gölgeler düşünce çöken
halka açılamadan batan bir şirket
iki savaş arasında verilen çay molası mıdır barış
yoksa
hurdacıya söylediği son sözler mi
bisikleti vurulan bir çocuğun
söyle sevgilim
Einstein’ın Roosevelt’e yazdığı mektup mudur barış
Lozan’dan gelen telefon mu Mustafa Kemal’e
çöplerini bilimin süpürdüğü bir sokak mıdır barış yoksa
söyle sevgilim
de ki
tünediği balkon uçuruma düşen yavru bir kuştur barış
saatçiyi hapse attıkları için kurulamayan bir meydan saati
ayağımızdaki paslı çiviyi bacağımızı keserek çıkaran bir melek
de ki
aptalların türküsü
oyuna getirilenlerin ülküsüdür barış
dişleri sökülmüş Asya kaplanıdır kapitalizmin sirkinde
de ki sevgilim
içine bayat pil konmuş el feneridir barış
fosforlu izleridir bayrakların üzerinde gezen salyangozların
barış düşsel beyaz buluttur bir kaleye çarpıp dağılan
kör bir toplumun tehdit dolu yazılarla kirlettiği bir defterdir
barış
kendinde bulamayıp başkalarında aradığıdır insanın
barış
halkının üzerine devrilen bir devlettir zor dönemeçlerde
açılmadığı için posta kutusunda ölen bir mektuptur barış
patlayıp seyircileri öldüren bir futbol topudur son dakikada
bunların hiçbiri
hiçbiri değilse barış
söyle sevgilim
savaşın düş kurduğu yerlerde
hangi yüzsüzün uydurduğu bi’ sözcüktür
şu dillerden düşmeyen barış
Akgün AKOVA
Günün Fıkrası
Kaç Yıldır Evlisin?
Bir gün Nasreddin Hocaya “kaç yıldır evlisin” diye sormuşlar. Hocada “200 yıldır” demiş. Adamda, “Ama hocam sen daha 65 yaşındasın o nasıl oluyor.” Hocanın cevabı hazırmış, “Sen bizim eve gel de günlerin, ayların, yılların nasıl geçtiğini gör!”
Günün Sözü
Unutma; her gidiş bir ayrılık değildir. Çünkü bazen ne kadar uzağa gidersen git, yüreğin hep bıraktığın yerdedir.
William Butler