Günaydın sevgili okuyucularım nalsınız bu sabah? Yazın son günlerini yaşarken sanki yaza yeniden “merhaba” der gibiyiz. Keskin güneş ve sıkıntılı geceler. Bazılarının evi daha serin olabilir ama bizim ev? Dört bir tarafından dolanıyor güneş, duvarlara bile dokunamıyorsunuz sımsıcak her taraf. Geçenlerde yurt dışından arkadaşım aradı “havalar hala sıcak mı?” diye sordu. “Sorma” dedim “hani bizim taraçada yalın ayak dolaşamadığımız günler vardı ya. Tabanlarımızın yandığı, asfaltların eridiği zamanlar. İşte aynen böyle sıcak” dedim, yüzümden akan terleri kurutmaya çalışırken. Karşıdan bir kahkaha koyuverdi. “Yapma ya” dedi… Valla abartmıyorum dedim.
“Sen ancak kasım aralık ayında gel Türkiye’ye” dedim. Ancak o zaman sıcak kırılır.. “Olur” dedi gülerek. Ve bu havalarda Gazipaşa’da olmak güzel… Güneş çekilirken kızıllaşan gökyüzünde, ıssızlaşan sahilde dalgaların yavaşça sahildeki çakıl taşlarını okşayan sesini dinlemek. Deniz kokusuna karışan anızların yanık kokusunu solumak ve otlaktan evlerine dönen kuzuların, danaların, çan sesine karışan hafif tozlu tıp, tıpları, açılan ağıl kapıları, süt sağmaya hazırlanan köylü kadınlar, tencerede pişen yemeğin içe dokunan kokusu. Okuldan dönen çocukların yemekten önce dersini bitirme telaşı arkanızda dursa da bunu ta yürekte algılamak işte bu. Ve hayat erken inen gencin telaşı ile sessiz dökülür giderken.
Ve hava çok sıcak! Ve geçen yıllarda yaşadığım güzellikleri burada yaşamanın olanağı yok. Şimdiler de. Belki bir iki hafta sonra olabilir. Ancak o zamanda kim bilir nerde olacağım. Ve olduğum yerde oradaki gün batımını yaşayacağım, belki bir geminin küpeştesine dayanarak batan güneşi ya da yağmur sonrası oluşan renk kuşağını izlerken ta uzaklara dalıp gitmiş olacağım… Ama şimdi ancak düşlere dalmış olmanın buruk gülümsemesi var yüzümde, o da birazdan silinecek.
Çünkü boynuma doğru süzülen terler ve susmak bilmeyen su motorlarının gürültüsü ile yazı yazarken bilge olmanın hiç alemi yok. On beşinde anne olup dul kalan çocuk annelerin varlığını bilirken, hala sokakta kadın ölümlerine tanık olmak varken adını koyamadığım ama beni kara, kara düşündüren, mahalle baskısını her an hissederken bir şey yokmuş gibi davranabilmek. Ve inandığım değerlerin, aslında hepten yalan olduğunu öğrenmek. Çocukların bile bazen ne kadar faşist olabileceğini görüp aslında dünyanın sevgi üzerine değil de, yıkım, kavga ve ihtiras üzerine kurulduğunu yeniden, yeniden hissederek yaşamak. Ve bu yalan dolan, sevgisiz dünyada, bencilik, ihanet yoksulluk, hırs içinde döndüğünü bilirken, akıllı olmanın da çok ta gerekli olduğunu düşünmüyorum artık.
Ve düşlerle başlayan yazım en acımasız gerçeklerle son bulmak zorunda kalıyor ne yazık ki. Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım her zaman diyorum. Yase
& & & & &
Allah’tan Bize Armağan
Los Angeles Times yazarlarından Ann Wells’in yazısı
Kız kardeşimin evinde cenaze hazırlıkları yapılıyordu. Eniştem; kız kardeşimin tuvalet masasının en alt gözünü açtı ve ince kağıda sarılmış bir paket çıkardı. “Bu” dedi, “sıradan bir iç çamaşırı değil.” Kağıdı açtı ve çamaşırı bana uzattı. Zarif ve ipekliydi. Kenarları elişi dantelle süslenmişti. Astronomik bir fiyat taşıyan etiketi hala üstündeydi.
“Jan bunu New York’a ilk gittiğimizde almıştı. Nereden baksan sekiz, dokuz yıl olmuştur. Hiç giymedi. Özel bir gün için saklıyordu.”
Çamaşırı benden aldı ve cenaze evine götürmek üzere ayırdığımız diğer giysilerle birlikte yatağın üzerine koydu. Bırakırken eli bir an yumuşak kumaşı okşar gibi oyalandı. Tuvaletin gözünü hızla kapattı, bana döndü ve dedi ki: “Hiçbir şeyini özel bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir”
Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenime, beklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı sehirden California’ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm. Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı bütün şeyleri düşündüm.
Hala eniştemin sözlerini düşünüyorum ve hayatım değişti. Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum. Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan çimlere aldırmadan.
Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum, iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık, hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine, zevk alınacak olaylar silsilesi olarak görülmesi gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak istiyorum.
Hiç bir şeyimi özel günler için saklamıyorum. Kıymetli tabak çanağımı her “özel” olayda kullanıyorum. Bir kaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak, bahçemde ilk açan çiçek gibi özel olaylarda… En pahalı ceketimi canım isterse süpermarkete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler için saklamıyorum.
Mağazalardaki tezgahların ve banka memurlarının burunları da, en az parti parti gezen arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır. “Bir gün” kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti. Bir şey eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu şimdi görmek , duymak ve yapmak istiyorum.
Hepimizin yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız yarını görmeyeceğini bilseydi eğer kız kardeşim, neler yapardı kim bilir ? Sanırım aile fertlerini veya yakın arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi. Belki bir lokantaya götürür en sevdiği çin yemeğini ısmarlardı. Bunların hepsi birer tahmin… Kardeşimin neler yapamadan öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben ?…
Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeyler olduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım için kızardım. “Bir gün ararım” dediğim dostları görmediğim için kızardım.
Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelememeye, duygularımı dizginlememeye çalışıyorum. Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün “Özel bir gün” olduğunu söylüyorum. Her gün, her dakika, her nefes gerçekten Allah’tan bize bir armağan…
Günün Şiiri
Bazı Şeyleri Açıklıyorum
Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?
Gelincik yapraklı metafizik nerede?
Sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
Kuşlar nerede hani?
Her şeyi anlatayım.
Kent dışında yaşardım,
Madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.
Görülürdü oradan
kurumuş yüzü Kastilya’nın
meşin bir okyanus gibi.
Evime
çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
Hatırladın mı, Raul?
Rafael, hatırladın mı?
Hatırladın mı, Federico?
yerin altında,
hatırladın mı, balkonlarında o evin
Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
Kardeşim, kardeşim!
Her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle Argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.
Bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
Haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.
Çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüzyüze gelince bunlarla
kanını gördüm İspanya’nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!
Hain
generaller:
ölü evimi görün,
bakın paramparça İspanya’ya:
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan İspanya’nın
İspanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.
Soracaksınız: Şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?
Gelin görün kanı sokaklardaki.
Gelin görün
kanı sokaklardaki.
Gelin görün kanı
Pablo NERUDA-Çeviren: Ülkü TAMER