Günaydın sevgili okuyucularım nalsınız bu sabah? Yazın son günlerini yaşarken sanki yaza yeniden “merhaba” der gibiyiz. Keskin güneş ve sıkıntılı geceler. Bazılarının evi daha serin olabilir ama bizim ev? Dört bir tarafından dolanıyor güneş, duvarlara bile dokunamıyorsunuz sımsıcak her taraf. Geçenlerde yurt dışından arkadaşım aradı “havalar hala sıcak mı?” diye sordu. “Sorma” dedim “hani bizim taraçada yalın ayak dolaşamadığımız günler vardı ya. Tabanlarımızın yandığı, asfaltların eridiği zamanlar. İşte aynen böyle sıcak” dedim, yüzümden akan terleri kurutmaya çalışırken. Karşıdan bir kahkaha koyuverdi. “Yapma ya” dedi… Valla abartmıyorum dedim.
Birde sokakların halini hiç sorma, her taraf inşaat halinde, İskenderun koskocam bir şantiye sanki ama şikayet etmiyoruz olsun yakında her şey sona erecek, sen ancak kasım aralık ayında gel Türkiye’ye dedim. Ancak o zaman sıcak kırılır yollarda az biraz düzelmiş olur. “Olur” dedi gülerek. Dün Karaağaç Plajında çocuklarla yazın son günlerini yüzerek geçirelim diye gitmiştik. Ve doğrusu harika bir şey yapmışız. Etrafta in yok cin yok bir biz dört kişi, deniz bizim, plaj bizim, güneş bizim. Sandaletlerimizi çıkarıp kumsalda yürümek istediğimizde yere basamadık, kumlar kavruluyordu sanki güneşte ancak iki üç adım atabildik sonra hemen sandaletlerimize sarıldık. Bu yüzden çocukluğumun sıcakları düşmüştü aklıma. Ağabeyime “havalar nasıl” diye sorduğunda… Gazipaşa’da hiçbir zaman böyle bir sıcak yaşamadık. Deniz suyu buz gibi, kumsal sıcak ama öyle tabanlarımızı yakacak kadar değil.
Ve bu havalarda Gazipaşa’da olmak vardı. Güneş çekilirken kızıllaşan gökyüzünde, ıssızlaşan sahilde dalgaların yavaşça sahildeki çakıl taşlarını okşayan sesini dinlemek. Deniz kokusuna karışan anızların yanık kokusunu solumak ve otlaktan evlerine dönen kuzuların, danaların, çan sesine karışan hafif tozlu tıp, tıpları, açılan ağıl kapıları, süt sağmaya hazırlanan köylü kadınlar, tencerede pişen yemeğin içe dokunan kokusu. Okuldan dönen çocukların yemekten önce dersini bitirme telaşı arkanızda dursa da bunu ta yürekte algılamak işte bu. Ve hayat erken inen gencin telaşı ile sessiz dökülür giderken. Garip bir yalnızlık çökerdi omuzlarıma ve kalkıp gitmek gelmezdi içimden büyü bozulmasın diye, o yazın elveda dediği sıcağın sırtımda ürpermeye dönüştüğü saatlerinde.
“Ne yazık bu yıl erken geldim gideceğim” dedim ama ne mümkün. Yeni döşenen su boruları depoları patlattı yetmedi banyolardaki borular da su sızdırmaya başladı. Şimdi banyolar kırılacak yeni su boruları döşenecek bir sürü iş bir sürü masraf. Ve hava çok sıcak! Ve geçen yıllarda yaşadığım güzellikleri burada yaşamanın olanağı yok. Şimdiler de. Belki bir iki hafta sonra olabilir. Ancak o zamanda kim bilir nerde olacağım. Ve olduğum yerde oradaki gün batımını yaşayacağım, belki bir geminin küpeştesine dayanarak batan güneşi ya da yağmur sonrası oluşan renk kuşağını izlerken ta uzaklara dalıp gitmiş olacağım… Ama şimdi ancak düşlere dalmış olmanın buruk gülümsemesi var yüzümde, o da birazdan silinecek.
Çünkü boynuma doğru süzülen terler ve susmak bilmeyen su motorlarının gürültüsü ile yazı yazarken bilge olmanın hiç alemi yok. On beşinde anne olup dul kalan çocuk annelerin varlığını bilirken, hala sokakta kadın ölümlerine tanık olmak varken adını koyamadığım ama beni kara, kara düşündüren, mahalle baskısını her an hissederken bir şey yokmuş gibi davranabilmek. Ve inandığım değerlerin, aslında hepten yalan olduğunu öğrenmek. Çocukların bile bazen ne kadar faşist olabileceğini görüp aslında dünyanın sevgi üzerine değil de, yıkım, kavga ve ihtiras üzerine kurulduğunu yeniden, yeniden hissederek yaşamak. Ve bu yalan dolan, sevgisiz dünyada, bencilik, ihanet yoksulluk, hırs içinde döndüğünü bilirken, akıllı olmanın da çok ta gerekli olduğunu düşünmüyorum artık.
Ve düşlerle başlayan yazım en acımasız gerçeklerle son bulmak zorunda kalıyor ne yazık ki. Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım her zaman diyorum. Yase
Günün Şiiri
Bazı Şeyleri Açıklıyorum
Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?
Gelincik yapraklı metafizik nerede?
Sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
Kuşlar nerede hani?
Her şeyi anlatayım.
Kent dışında yaşardım,
Madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.
Görülürdü oradan
kurumuş yüzü Kastilya’nın
meşin bir okyanus gibi.
Evime
çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
Hatırladın mı, Raul?
Rafael, hatırladın mı?
Hatırladın mı, Federico?
yerin altında,
hatırladın mı, balkonlarında o evin
Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
Kardeşim, kardeşim!
Her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle Argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.
Bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
Haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.
Çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüzyüze gelince bunlarla
kanını gördüm İspanya’nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!
Hain
generaller:
ölü evimi görün,
bakın paramparça İspanya’ya:
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan İspanya’nın
İspanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.
Soracaksınız: Şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?
Gelin görün kanı sokaklardaki.
Gelin görün
kanı sokaklardaki.
Gelin görün kanı
sokaklardaki.
Pablo NERUDA
Çeviren: Ülkü TAMER
Günün Fıkrası
Elini Ver
Mahallenin bencil kasabı, göle düşmüş. Başlamış çırpınmaya. Hemen koşup köylüler: “Elini ver, elini ver” diye bağırmışlar. Ama adam elini uzatmamış. Tam göz göre, göre boğuluyormuş ki Hoca seslenmiş: “Yahu! o vermeyi bilmez. Elimi al” diye bağırsanıza…
Fransız ve Amerikalı
Fransız delikanlı, Paris’in bulvar kafesinde oturmuş, tipik kahvaltısını yapıyor. Kahve, kruvasan, ekmek, tereyağ, reçel. Yan masaya ağzında çikleti ile tipik bir Amerikalı turist oturmuş, sohbet başlamış.
Amerikalı: “O ekmeğin hepsini yiyecek misin?”
Fransız: “Tabii”
Amerikalı: “Biz yemeyiz, içinden biraz alır yeriz, kalan bir fıçıda toplanır, fabrikaya gider, kruvasan yapılır, Fransa’ ya satılır.”
Fransız cevap vermemiş.
Amerikalı: “Reçel de yer misiniz?”
Fransız (Öfkeli): “Tabii”
Amerikalı: “Biz meyveyi taze yeriz. Kabuklarını, çekirdeklerini, çürümüşlerini bir fıçıda toplar fabrikaya gönderir, reçel yapar, Fransızlara satarız.”
Fransız: “Peki siz kullandığınız prezervatifleri seviştikten sonra ne yaparsınız?”
Amerikalı: “Atarız tabii”
Fransız: “Biz atmayız. Bir fıçıda içindekilerle biriktirir, fabrikaya gönderir, çiklet yapar, Amerika’ya satarız!”
Günün Sözü
Mevkilerini para ile satan kimseler, masraflarını geri almak yoluna düşerler.
ARISTOTELES
Güzellik, çoğu zaman kusurları gizleyen bir örtüdür.
Honore de BALZAC