Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Referandumda damgasız ve usulsüz oy kullanılması bütün yurtta tepkilere neden oldu. Tabi vicdan taşıyan herkes bundan şikayet etmekte haklı diye düşünüyorum. Yurt dışında benzer bir olay karşısında YSK iptal kararı vermiş ayrıca 2014’te yine tek bir oy için seçim yenilenmiş yani şimdi her şey normal, olması gerektiği gibi oldu demek doğru mu? Bekleyeceğiz ve göreceğiz yepyeni bir başlangıç yapabilmek için temiz bir sayfa açmak gerekiyor diye düşünüyorum. Ve sıradan bir vatandaş olarak her zaman haklının ve vicdanlının, adilin yanında olmak istiyoruz. Ve çıkacak kararın bu temelde olmasını düşünmek istiyoruz.
& & & & &
Ve mesneviden bir hikâye ile devam ediyoruz. Eski zamanlarda Hindistan da bir bilge. Dağ başında, aç, susuz, yorgun birkaç yolcu ile karşılaşır. Yanlarına gelip. Selam verir ve onlara der ki; “Aç yorgun ve susuz olduğunuz her halinizden belli. Ve bu durumda önünüze gele her şeyi yiyebilirsiniz ancak size söylüyorum yavrusunu kaybetmiş bir ana fil var civarda dolaşıyor. Çok üzgün. Eğer siz o fil yavrusunu bulup tombulluğuna da aldanıp onu yerseniz filin annesi sizi çok kötü yapar sakın ola bu işe kalkışmayın. Ben bunca yolu size bunu söylemek için geldim” der. Ve yoluna koyulur. Ancak yolcular çok aç olduklarından, kenarda yavru fili görünce tombul, tombul, bilgenin dediklerini hemen unutup fili yakalamışlar hemen oracıkta pişirip yemişler aralarından yalnızca birisi yememiş. Sonrada uykuya dalmışlar. Filin etinden yemeyen adam uyumamış. Beklemiş gece yarısı filin annesi deli gibi gelmiş ilk önce uyanık adama sallamış hortumunu ağzının kokusuna bakmış fil kokmadığı için ona dokunmuş. Sonra uyuyan adamların teker, teker ağızlarını koklamış hepsinde minik filin kokusu varmış anne fil hepsini parçalamış yalnız yemeyen adama dokunmamış.
Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte sevgili okuyucularım her şeye inat yeniden yepyeniden el ele yürek yüreğe ayrımsız gayrımsız. Yase
& & & & &
Köle Ayaz, Aslını Unutma
Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş: “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.”
Sultan kulaklarına inanamamış; “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş.
“Bir hiçtin sen… Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!” Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.
“Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi… Kalbimin hazinedarısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin.”
(Mesneviden–Anonim)
& & & & &
Rızkın Mecburiyeti
Zahidin biri “Herkesin rızkı Allah’tan (c.c.) gelir.” Hadisinin manasını anlamak istiyordu. Başını alıp çöllere düştü bir kenarda yatıp uyudu. Kendi kendine: “Bakalım rızkım nasıl gelecek.” diyordu.
Derken bir kervan yolunu kaybetti, gele gele o zahidin yattığı yere geldiler. O zahidi yatıyor görünce, birisi: “Bu adam neden böyle yolun izin uğramadığı bu yerde yatıyor, kurttan, düşmandan korkmuyor mu? Ölü mü yoksa diri mi? dedi.
Kervandakiler onun yanına vardılar, zahit bakalım ne olacak diye hiç sesini çıkarmadı. Ne vücudunu oynattı ne gözünü açtı. Kervandakiler bunu görünce: “Bu zavallı açlıktan ölüm derecesine gelmiş.” dediler.
Ekmek ve yemek getirdiler. Zahit dişlerini iyice sıktı. Adamlar bıçak getirip dişlerinin arasına sokarak zorla ağzını açtılar. Çorbayı ağzına dökerek yemekleri zorla ağzına tıkıştırdılar.
Allah bir insana rızkını böyle zorla da olsa verir, Eğer kişi kaçsa gitse rızkı da onun arkasından onu takip edip onu mutlaka bulur.
Günün Şiiri
Rubailer
Eşi dostu verdik birer birer toprağa;
Kiminden bir taş bile kalmadı ortada.
Sen, yorgun katır, hala bu kalleş çöldesin;
Sırtında bunca yük, yürü bakalım hala.
Dert içinde sevinci bul da yaşa;
Haksız düzende haklı ol da yaşa;
Sonu nasıl olsa yokluk dünyanın,
Varından yoğundan kurtul da ya
Ömer HAYYAM
Gurbetten Gelmişim
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş…
Aman karanlığı görmesin gözüm,
Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş…
Sıla burcu burcu ille ocağım…
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur başucuma sor yavaş yavaş.
Güç bela bir bilet aldım gişeden,
Yolculuk başladı Haydarpaşa ‘dan…
Hancı, ne olur, elindeki şişeden
Bir kaç yudum daha ver yavaş yavaş!..
Ben o gece hem ağladım hem içtim,
İki gün diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan Niğde’yi geçtim,
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş…
Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim çekinme, doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı,
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş…
Bende bir resmi var yarısı yırtık,
On yıldır evimin kapısı örtük…
Garip birde sarhoş oldu mu artık
Bütün sırlarını der yavaş yavaş…
İşte hancı! ben her zaman böyleyim,
Öteyi ne sen sor ne ben söyleyim?
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim?
Şu benim hesabı gör yavaş yavaş…
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş…
Aman karanlığı görmesin gözüm,
Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş…
Sıla burcu burcu ille ocağım…
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur başucuma sor yavaş yavaş.
Güç bela bir bilet aldım gişeden,
Yolculuk başladı Haydarpaşa ‘dan…
Hancı, ne olur, elindeki şişeden
Bir kaç yudum daha ver yavaş yavaş!..
Ben o gece hem ağladım hem içtim,
İki gün diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan Niğde’yi geçtim,
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş…
Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim çekinme, doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı,
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş…
Bende bir resmi var yarısı yırtık,
On yıldır evimin kapısı örtük…
Garip birde sarhoş oldu mu artık
Bütün sırlarını der yavaş yavaş…
İşte hancı! ben her zaman böyleyim,
Öteyi ne sen sor ne ben söyleyim?
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim?
Şu benim hesabı gör yavaş yavaş
Bekir Sıtkı ERDOĞAN
Günün Sözü
Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz, bir önyargıyı ortadan kaldırmak atomu parçalamaktan daha güç.
Albert Einstein
Ne kadar yaşadığımız değil, nasıI yaşadığımız önemidir.
Bailey
Ne kadar yükselirsen, uçmayı bilmeyenlere o kadar küçük görünürsün.
Nietzche