Yaşam Aşkı

0
86

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Sakin huzurlu bir sabaha uyanmak nerdeyse hayal  artık… Her sabah yeni bir şehit haberi, her gece kırmızı bayrağa sarılı tabutlar. Yüreğimizde yara almadık, delinmedik yer kalmadı, sözümüz çoktan bitti, rahmet etmek ve sabır dilemekten başka bir şey yapmıyoruz. Ve bunla beraber her saniye yeni bir gündem, her değişen gündemle değişen ruh durumu? Hiç değişen ve yakan ruh durumlarına girmeyeceğim. Zaten yeterinden fazla acılıyız, incitildik, hırpalandık. Her şey geçiyor ve geçen geçmişte kalsın istiyoruz. Her “an” bir başka şeye gebe ve bunu yaşamak gerekiyor diye düşünüyorum. Geçmişe takılıp kaçırırsak “an”ların getirdiğini, bir daha yakalamak hayal olabilir… Hayatımızın zaten bir bölümünü kaçırdık, yaşanmadan geçmişti zaman. Şimdi aynı hataya düşmek istemiyorum. Yüz milyonlarca kez kaçmayı, yok olmayı kafaya takmış olsam da, yaşamın kıyısından vurmuş olsam da sahile. Yinede “an”lara sarılmadan yapamıyorum. Sanırım bu bir hediye, yaşanmışlara karşın bir gönül alma.

Çocukluğumuzun en kaygısız olması gerektiği zamanlarda… Korkunun egemenliği sürüyordu küçük omuzlarında birçoğumuzun… Bir korku ki, onu gizlemek ondan beterdi. Çocuklar acımasız derler. O zamanlar bunu bilmezdik. Ama yinede gizlerdik elimizden geldiğinden daha çok. Onlardan. Ve büyük olasılıkla kendimizden yaşarken korkularımızı, yaşamamış gibi davranırdık…

Çocukluğun korkuları yerini büyüme sancılarına bıraktığında, onlar gömüldü hafızanın karanlığına. Büyüme sancıları yerini hepsinden daha büyük korkulara terk etti. Daha dizlerimizdeki ağrılar geçmeden ruhumuzda yaralar açılmaya başladı. Birini halletmeden diğeri saldırdı. Ve birden “pat” dedi durdu. Panzerler yüreğimizden geçerken. “Lal” oldu dillerimiz “lal” oldu beynimiz, düşüncelerimiz. Dağıldık hallaç pamuğu gibi dört bir yana. Ve inancımız biz daha ne oluyor derken bıraktı gitti.

Ve korkular bırakmadı peşimizi. Ölüm korkusu bu kez yapıştı yakamıza. Ve olan oluyor, korkular bir, bir gerçekleşiyor. Daha çocukluğundakini silememişken hafızandan, yenileri üst üste yığılıyor.

Doğanın yaptığını sineye çekerken, insan insana nasıl bu kadar korku salabiliyor onu gördük ama sorgulayamadan yara bere almış olarak bir zaman dilimini geçmişte bıraktık. Ondan bize kalan yalnızca haksızlıklar, acılar ve boşa geçmiş bir gençlikti. Ve yine en beteri korkunç bir korku ve ondan beteri inançsızlık, doğru bellediğimiz her şeye dair.

Ve zaman akıp giderken korkuların egemenliğinde biz kendimizi insan olarak eğitmeye devam ettik bütün yaşadıklarımızla birlikte. İstedik ki, yaşarken korkuları ve yitirdiğimiz yılları, yaşam aşkını yitirmeyelim. Kendimizi insanlık aşkı ile tedavi edelim. O aşk ki bize en büyük kötülüğü yapan oysa korkuların karabasanında yaşatan. Ancak “aşk” aşktır ve onu en güzel tarafı ile beslemeğe her zaman büyük önem verdik. Şimdi aşkımız büyük, kendimize inancımız yerinde, ancak geldiğimiz noktada korkularımızla yüzleşmek bize acı veriyor. Açmak istiyoruz sandıkları ve teker, teker tutsaklıklarından kurtarmak ve tortularını temizlemek.

Ancak onların yerini başkaları doldur diye her zamankinden çok onların üzerini örtmeye, yaşanmadıklarına ve yaşanmayacaklarına dair inanç üretemeye çalışıyoruz. Ve elimizde olan aşkı yitirmemek için bütün koşulları zorluyoruz çünkü bizi yaşama bağlayan tek o var ve belinden omuzlarından ona sımsıkı sarılıyoruz. Ve şehitlerimiz sımsıkı sarılmıştı vatan bayrak aşkına, uğruna feda olacak kadar arkadan gelenlerde sarılmışlar vatan, bayrak, özgürlük, kardeşlik aşkına… Bu aşkla zaten ya zafer ya ölüm diyerek cephedeler Tanrı yardımcıları, yolları açık olsun. Zaferle  ve lütfen ölmeden dönsünler bize, ailelerine ve sevdiklerine. 

Ve şehitlerimize rahmet diliyoruz canı yürekten, mekânları cennet  olsun. Ve sevgili okuyucularım yaşam aşkımız hiç yitmesin, sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte her zaman. Yase

& & & & &

Tatlı Dil

Uzun yıllar önce Çin’de li-li adlı bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır. Bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu, Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrede tepkiyle karşılanır. Bir kaç ay sonra bitmez tükenmez gelin – kaynana kavgalarından ev, o ve eşi için cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kadın, doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ekstra hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek, böylece onu gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kıza kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.

Sevinç içinde eve dönen li-li, yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekler yapıyor. Kaynanasının tabağına azar azar zehri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgârları esiyordu. Genç kadın kendisini ağır bir yük altında hissetti.

Yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir yapması için yalvardı. Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran li-li´ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı: “Sevgili li-li dedi, sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça o da dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı; böylece siz gerçek bir ana-kız oldunuz” dedi.

Eski bir Çin atasözü şöyle der: “Gül verenin elinde gül kokusu kalır.” Tatlı dil ve güler yüzün açamayacağı kapı yoktur.

& & & & &

Çoban Çocuğu

Bir zamanlar her soruya insanı şaşırtacak cevaplar veren akıllı bir çoban çocuğu varmış. Şöhreti etrafa öyle yayılmış ki, kral da merak edip çocuğu saraya davet etmiş: “Sana üç soru soracağım.” demiş. “Birinci sorum şu: Dünyadaki bütün denizlerde kaç damla su vardır?” “Haşmetli kralım… Yeryüzündeki bütün ırmakların akışını durdurun bir süre… Ben sayarken yanlış olmasın. Sonra ben size denizlerde kaç damla su olduğunu söyleyeceğim…” Bu akıllıca cevaba hayret eden kral ikinci soruyu sormuş: “Gökyüzünde kaç yıldız vardır?” Çoban çocuğu: “Bana büyük bir tabaka kâğıt verin.” demiş. Kâğıt getirilince, üzerine sayılamayacak kadar nokta koymuş. Sonra kâğıdı krala uzatarak: “Bu kâğıdın üzerinde ne kadar nokta varsa gökyüzünde de o kadar yıldız vardır” demiş. Kral son soruyu sormuş: “Sonsuzluk nedir?” “Bizim köyde bir dağ vardır. Yüksekliği, genişliği, uzunluğu tam bir saat çeker. Oraya yüzyılda bir kuş gelir ve gagasını bir kayaya sürter. Bütün dağ yok oluncaya kadar, sonsuzluğun yalnız bir saniyesi geçmiş olur. Gerisini siz hesaplayın…”

Çocuğun zekâsına hayran kalan kral: “Sen bütün sorduklarıma bir bilgin gibi cevap verdin. Şimdiden sonra benim sarayımda oturacak ve öz oğlummuş gibi saygı göreceksin” demiş.

Günün Şiiri

Yeniden Doğuş

Yıllardır kimse bakmadı bahçeye. Ama işte
Bu yıl- mayısta mı haziranda mı –yeniden
Çiçeklendi kendiliğinden.

Parmaklıklara kadar dirildi- binlerce gül,
Binlerce karanfil, binlerce sardunya, binlerce kokulu  burçak-

Mor turuncu yeşil sarı,
Renk renk kanatları- öyle ki eski süzgeçli kovasıyla
Yeniden sulamaya çıktı kadın- yine güzel,
Dingin, belirsiz iyilikli bir güven içinde. Ve bahçe örtü kadını

Omuzlarına kadar, kucakladı onu, tam kazandı onu,
Havaya kaldırdı, O zaman gördük güpegündüz,
Bahçe ile süzgeç kovalı kadının ağdığını gökyüzüne

Ve böyle yukarılara bakarken biz, süzgeçten birkaç damlan su
Damladı usulca yanaklarımıza çenemize.
Dudaklarımıza
Yannis Ritsos

Rüzgârlarım Konuşuyor  
Ben bir harp esiriydim
Bulutları seviyordum, hürriyeti seviyordum
İnsanları seviyordum, yaşamayı seviyordum
Bulutları gözlerimden boşalttılar bir gece.

Yalan söylemeyen bir dünyada.
Ben de yalan söyleyemem.
Ve ben şeffaf, tertemiz
Pırıl pırıl bağırıyorum:
Yetişir oltaya yem
Dile küfür olduğumuz,
Yetişir bozuk para gibi savrulduğumuz.

Gözlerim var, görüyorum:
Yarı çıplak, çırılçıplak
Ölülerle dolu toprak
Ölüler sarmaş dolaş
Ölüler sivil, asker, ihtiyar
Ölüler buram buram
Nefret kokuyor

Ve dilim var, söylüyorum:
Benim de altçenemi
Gözlerimi alacaklar belki de
Yaşamak ve hürriyet istedim diye
Ve belki de bir sabah
Gün doğmadan az önce
Heykelim dikilecek
Bir darağacına.

Cahit IRGAT

Günün Fıkrası

Yaşı geçkin evli çift çocuk sahibi olamayınca evlat edinmeye karar vermişler. Nasıl olduysa, Çin’li bir bebeğe denk gelmişler. Hal böyle olunca da gidip Çince kursuna kayıt yaptırmışlar. Çince kursunun hocası, çifte sormuş: “Efendim Çince zaten çok zor bir dildir. Bu yaştan sonra Çince’yle işiniz nedir?” Çift de durumu açıklamış: “Beyefendi biz bir bebek evlat edindik. O da Çin’li denk geldi. Daha çok küçük, konuşamıyor ama büyüyüp konuşmaya başlayınca dilini nasıl anlayacağız?”

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here