Biz biliriz ki her şey anlıktır. / Anlar, ayrıntıları toparlar
Ayrıntılar / Temel sevinçleri,
Yaşamayı değerli kılansa / Minik şeyler…
Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bugün? Yalnızlaşıyoruz gün ve gün hep bunun ayrımındayız ve şikâyetindeyiz değil mi? Peki ama bundan kurtulmak için ne yapıyoruz? Sabahları birbirimize “günaydın” diyor muyuz, nasılsın, sağlığın nasıl diye soruyor muyuz, beylik olmayan canı gönülden? Birbirimizi aldatmayalım yapmıyoruz. Ancak bizim yapamadığımızı minnacık çocuklar çok güzel yapıyor.
Geçenlerde bir çift geldi siteye tatilci. Hanım Türk eşi İngiliz. Gencecik insanlar sakin ve güler yüzlü birazda çekingen. Onları ilk sitenin kafesinde gördüm. Babasının kucağında minnacık dünya tatlısı bir erkek çocuk… Üzerinde kısa kollu bir tişört ve lacivert kısacık bir şort, yumuk, yumuk ayaklarında zarif sandaletler. Zaten kıvırcık kafasından önce o minnacık yumuk ayakları ve zarif sandaletleri dikkatimi çekmişti. Annesiyle babası kuşkuyla bakınırken o selamını verdi bile. “Hello”… Kağıt oynayan, taş oynayan, “sohbet eden” demeyeceğim; çünkü yok… Yabancılaşmanın nedenlerinden biride bu… Benim mi ne işim var peki bu ortamda? Tabiî ki işim olmaz, internet çeker mi diye bakınmaya inmiştim o kadar, tam çıkıyordum ki onlar girdi. Ve tatlı mı tatlı yumuşak mı yumuşak bir çocuk bir bebek sesi Allah’ım bu kadar güzel bir şey olabilir mi? “Hello” diye etrafa selam veriyor. Bir anda bütün başlar kalktı çocuğa doğru rahatça sırtını babasının omzuna yaslamış, kıvırcık saçlı ancak iki yaşında olan çocuk ciddiyetle bakıyordu herkese. Sonra yavaşça süzülerek babasının kollarından yere bastı o harikulade sandaletleri ile, masalara ilerledi hızlı acemi bir yürüyüşle, kafenin kapısında büyülenmiş gibi izliyorum çocuğu, minik eli ile insanların elini sıkıyordu “hello” diye. Ortada bir mırıldanma başladı taşlar toplandı, kağıtlar serildi, sandalyeler itildi, bütün başlar çocukta, herkes herkese “aman ne tatlı şey” demeye başladı sanki konuşmayı yeni öğreniyorlarmış gibi… Ve karşılarındakinin gözüne baktılar önceden tanışmamış gibi. “İşte bu” dedim, bizim yapamadığımız.
Gözlerimde bir hülya, yüzümde tebessüm, yıldızlara bakarak çıktım evimizin merdivenlerini. Gazinoya gitmek için parfüm kokularını bütün merdivenlere bol, bol yayan alt kat komşularımızın kızları, süslü püslü iniyorlardı merdivenlerden ben çıkarken “iyi akşamlar” dedim kimse duymadı bile o kadar dalmışlardı ki saçlarının bozulup bozulmayacağına beni gördüklerini bile sanmıyorum.
Ertesi gün denizde karşılaştık yine o dünya tatlısı yaratıkla. Deniz dalgalıydı biz bile zar zor girebiliyorduk özellikle ben hemen çıkmıştım çünkü alerji olmuştum sanırım bir şeylere dokundum sırtımda kabarcıklar oluştu bir anda güçlü bir yanma ile hemen çıkıp duşumu aldım giysimi giyip sahilde oturdum, ömrümce yapmak istediğim tek şey. Kardeşimde geldi oturdu. Babasının kollarında denizde dalgalarla oynaşan çocuk bir baktım uzaklan el sallayarak öpücük yolluyor. Olmaz böyle şey, tabi bizde hemen karşılık verdik hatta sahilde oturan herkes bana mı, değil mi, düşünmeden el sallamaya öpücük yollamaya başladı çocuğa. Yanımızda güneşlenen bir kez bile merhabalaşmadığımız iki genç kadına dönüp gülümsedik onlarda bize gülümsedi. Öbür tarafta kardeşim birilerine gülümsedi onlarda ona. Biz eve dönmek için kalktığımızda herkes, herkese gülümsüyordu. Ve işte hayatın dayanılmaz nahif güzelliği. Bunu göremeyenlere acırım yalnızca ve canı gönülden dilerim ki bu nahif duyguyu yaşayabilsinler bir kez olsun bari. Görecekler ki nasılda kendini beğenmiş, kibirli ve halktan uzak yaşamın saçma ve insanı yalnızlığa iten bir şey olduğunu ve kaçırdıkları harikulade duyguyu. Kardeşimle yeniden hep yeniden yapmalı, bu güzel bu harikulade yaratıkları diye söylendik. Ve hayıflandık dünyayı küçümseyerek ona güzellik katacak bu efsunlu bebekleri doğurmaktan kaçınanları. Ve yine diledik. Hiç değişmesin bu güzellik. Artsın aman değişmesin… Ve biz yine biliriz ki her şey anlıktır. Kafede insanlar kağıtlarına döndüler, taşlarına da, önce bir gülümseme vardı dudaklarında sonra taşa, kağıda göre gerilme yerini aldı kasılma ve dişleri gıcırdatma! Denizdeki insanlar içinde öyle oldu mu acaba, bugün sahilde onları yine gülümseyerek bulabilecek miyim?
Hayatımızın tılsımı her kapının anahtarı minik şeyler işte yaşama değerini veren olmazsa olmazları… Tanrım kullarına gören gözler ver lütfen. Sevgiyle, sağlıkla kalalım sevgili okuyucularım. Ayrımsız gayrımsız… Yase
& & & & &
Büyük İskender’in Vasiyeti
Büyük İskender bir gün vezirlerini toplamış ve onlara: “-Ben öldüğüm de cenaze merasimimi söylediğim gibi yapın” demiş!
“-Ülkemin dört bir yanından tebaamdan olan insanları çağırın! Cenazemin önünden askerlerim yürüsünler silahlarıyla, Cenazemin sağından alimler yürüsünler kitaplarıyla, Cenazemin solundan zenginler yürüsünler mallarıyla, Cenazemin arkasından ise fakirler ve garipler yürüsünler gözyaşı ve dualarıyla!.. Sağ elime bir Altın küre verin, sol elimi ise boş bırakın taa ki Mezara dek, demiş!”
Vezirler Büyük İskender’in bu söyledikleri karsısında şaşırmışlar ve “Bunu bilse bilse Büyük İskender’in hocası Diyogen bilebilir” demişler ve Diyogen’e sormaya karar vermişler!..
Vezirleri dinleyen Diyogen demiş, “İskender’in Ne kadar büyük olduğunu bir kez daha anladım” demiş ve ilave etmiş: “İskender sunu anlatmak istemiş: Cenazenin önünden yürüyen askerler ölümüne silahlarıyla dahi engel olamadılar, Cenazenin sağıdan yürüyen alimler ölümüne kitaplarıyla dahi engel olamadılar, Cenazenin solundan yürüyen zenginler ölümüne mallarıyla dahi engel olamadılar ve Cenazenin arkasından yürüyen fakirler ve garipler ölümüne gözyaşı ve dualarıyla dahi engel olamadılar!.. Sağ elindeki altın küre ise bu dünyada sahip olabileceği her şeye sahip olduğunu, Sol elinin boş olması ise bu dünyadan ELİ BOŞ geldim ELİ BOŞ gidiyorum!… dediğini gösteriyor…”
Günün Şiiri
Bozgun
yüreğimi eriten akşamın üzgün evidir
yağmur varken ağını ördüğü.
bozgun, bu köyü kuran sözcük
bense yabancısıyım bu yerlerin.
şöyle bir oturuyorum elimde sigaram
yine de garip, mutsuz ve yalnızım
yüreğimde,
ağlayan sesi pınarların
şafakta terli bir çizgidir uzanan ovalar
üstünde cansız birer iskelet gibi
duran ağaçlar var.
arkamda sırtımı rahatça dayadığım
dağlar, gökyüzü sonsuz mavi
oysa altında ölü gibi yatan
insanlar, insanlar var.
hangi tepeye baksan bir anıt karşılar insanı
işlenmemiş bir nakış gibi
temiz, siyah güleç yüzlü çocuklar
ve göçebe çadırları
hayvan derisinden paltolarıyla
kadınlar, erkekler ve çocuklar.
yarın bir avcı çiftesini doğrultup
bir serçenin özlemle çarpan yüreğine
hadi.
bozgun ve yenilmişliğimiz tekrarlansın
utanç kalıntısı bu kule, büyümesi yarım kalmış böcek
bu marşı da siz çalın ey korkusuzluk
bilin bir şölen kadar kısadır hayat.
Ender SARIYATI
Biraz da Yaşamak Korkusu
sevgiyi ve baharı sil hançerden
çok şeyler anlatır, denizler
balıklar ve her gün
ölü bir güzün
karnaval diye katıldığı cami avluları
sebil ve kuşlarla dolmaktadır
kız usulca açar bacağını
her kızın bacağı biraz antalya
kızlar
cumhuriyetten yakınmaktadır
paralı varşovalı iyi giyimli insanlar
dirilir yüreklerinde derin acılarıyla
yüreklerinde cumhuriyet biraz da
yaşamak ve aldatılmak korkusu
ne yapsak ne etsek biz biraz da buyuz
geceyi ağartan dağ erikleri
eski saz, çakal ulumaları, yalnızlık
güle benzer mezarlıklar
uzun uzun seyreder gibi körfezi
gök yere değerken izmir
kemeraltı…
hüzünden birer heykel gibi insanlar
sonra manisa sonra kubilay
kasım boynuma atkı ve
sessiz körfeziyle izmir
duyulmaz ezilişleriyle insanlardan
birer resmi geçit gibi
sabah buğuludur
radyo ve
vücudumu vida gibi delen neyzen tevfik
neler anlatamaz bu sabah
bir bardak çay fabrika bacaları
acı ve hasret
kasımda hep büyüttüğüm izmir
sabahları her gül biraz umut
ve sevgilim
ve dostum
günlerce düşündürür ölümü
çünkü yabancı sular denizlerimize
karışmaktadır ve her insan
biraz kaybetmek, biraz da yaşamak korkusudur.
Ender SARIYATI
Günün Sözü
İş yaşamı her zaman tatlılaştırır. Ama herkes tatlı sevmeyebilir.
Victor HUGO
Kurduğumuz en büyük hapisane içimizdedir.
Çin Atasözü