Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Ramazan ayındayız ve hepimiz bize sunulan bağışlanma fırsatını kaçırmamak için uğraşıyoruz. Ancak o kadar sıra dışı günler yaşıyoruz ki ne kadar uğraşsak da dilediğimiz gibi bu güzel ayı yaşayamıyoruz. Ne Ramazan sofraları var ne de heyecanı… Ramazan pidelerinin bile tadı kalmadı. Çünkü önümüzü göremiyoruz artık. Bir tarafta salgın, bir tarafta yokluk, yoksulluk, şikayetler, salkım saçak, aşı muhabbetleri bir başka konu… Bir de sıcak girdi araya ama yine de bu ayı güzellikle yaşamak için gayret ediyoruz inşallah… Ramazan 23 oldu ayrımına varmadan.
Ve sevgili okuyucularım “Kuran’ı Kerim’i dağa indirseydim o huşuyla erirdi” diyor kutsal kitap. “Ama insana verdik o bunu kolaylıkla kabul etti.” Biz insanlar o kutsal kitabı gerçekten anlayabilmiş miyiz? Olsaydık, şimdi erimemiz gerekirdi, başımız yeden kalkmaz, bir lokmayı bile paylaşırdık. Ancak biz ne yaptık? Ya kitabı duvara astık uzun yıllar, yalnızca seyrettik, ya da okumaya başladık çoğumuz yanlış anladık ya da kılıçların ucuna takıp sayfaları onu indirene inananlara karşı kullandık. Ya da şeriat diye katliamlar yapmak için kullandık. Bugün okuyoruz hatta yazıyoruz, vaazlar veriyoruz, ne kadarını uygulamaya sokuyoruz Allah bilir. Ramazan ayı yani Kuran-ı Kerim’in indirildiği ay. Rahmet, bereket, sevgi ve mağfiret ayı… Ne mutlu ki bu günlere gelip de bu aya varanlara. Bağışlanma dileyenlere. Ve diyorum ki bu kutsal ay barışa, kardeşliğe, eşitliğe, insan ve doğaya, saygı ve sevgiye vesile olsun, her şeye rağmen…
Ve sevgili okuyucularım, şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte her zaman diyorum… Yase
& & & & &
Oruç sabrın yarısıdır… Resulullah (s.a.a.)
Ayeti Kerimenin İndirdiği İftar
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin küçük yaşta hastalanırlar. Hz. Ali ile Hz. Fatıma çocuklar iyi olunca, ikisi de oruç tutar. Birinci gün, iftar için hazırladıkları yemeği, o esnada kapılarına gelen yetimlere vererek, iftar etmeden, ikinci günün orucuna başlarlar. O akşam iftarlığını da, yine o saatte kapıya gelip, (Allah için bir şey verin!) diyen fakir ve miskinlere verdiler. O gece de, iftar etmeden, üçüncü günün orucuna başladılar. O akşam dahi, kapılarına gelen esirleri boş çevirmemek için iftarlıklarını bunlara verdiler. Bunun üzerine, Ayet-i Kerime indi. Ayet-i Kerimenin Meal-i Alisi şöyledir: “Bunlar, adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyamet gününden korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istediği yemekleri miskin, yetim ve esirlere verdiler. Biz bunları, Allahu Teala’nın rızası için yitirdik. Sizden karşılık olarak bir teşekkür, bir şey beklemedik, bir şey istemeyiz dediler. Bunun için, Cenab-ı Hak, onlara Şarab-ı Tahur içirdi.” (insan, 7-9, 21)
& & & & &
Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hiç kimsenin duymadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar büyük büyük işler yaparlarmış; daha doğrusu öyle olduğunu zannederlermiş. İşleri büyük olunca, her anları çok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi görmez olmuş ülkede… Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; büyük işlerin adamlarıymış onlar!.. O yüzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hiç ilgilendirmezmiş güneş… Ne bahar geldiğinde kırlarda açan papatyalar, ne sonbaharda dökülen yapraklar dokunurmuş yüreklerine… Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış öncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda köşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda köşede kalırmış onlar için…
“-Hayat, bu işte!..” derlermiş. “Hastalanırsan devre dışı olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gücünün azalmasıdır.”
Fakirler içinse kimse tek lâf etmezmiş. Onlar, hiç yokmuş bu ülkenin gündeminde…
Gel zaman git zaman; bir gün sokaklarda tellâllar bağırmışlar. “-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûçâr olmuştur. Herkes, şifası için elinden geleni yapsın; duâsı makbûl olanlar el açsın; şifâdan anlayan hekimler saraya adım atsın!..”
Pek duâ eden olmamış ama; “Nasıl şifa oluruz?” diye düşünen hekimler, ülkenin dört bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne görsünler; padişah kocaman olmuş!!!
Hekimler, padişaha ilaçlar yapmışlar. Nâfile, o da işe yaramamış.
Padişahın yakınları ümîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim: “-Allah’tan ümit kesilmez!..” demiş. “Bu sözümü yabana atmayın! Ümit, kulların en sağlam ipidir.”
Onlar da, ümitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu güzel ve mânâ katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gün, siz deyin beş ay, devam etmiş.
Bir gün, ülkenin sınırlarından içeriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, âsası olanlardan değil, gözü ve gönlü yaşlı olanlardan… Lâkin, kimse bilmezmiş gözünden çıkan yaşları, gönlündeki sızıyı… O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah’ın yol verdiği bu ülkede.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Geçtiği dereler-tepeler şenlenmiş. Yol boyu ağaçlar, serçeler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir başkalık olduğunu… Ağır ağır yürüyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık ülke insanlarına inat, her âna anlam katıyormuş. Güneşe gülümsüyor, karıncalara yol veriyormuş. O yürüyor, ardından bir “huzur” rüzgarı bırakıyormuş efil efil… Böyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup derin derin içlerine çekmişler huzur rüzgarını. Hayat yavaşlamış ülkede. Bir adam, tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sözsüz, kelâmsız?! Şaşırmışlar… Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam, tebessüm etmiş: “-Ramazan…” demiş.
Ramazan’ın yürüyüşü devam ediyormuş. Ünü her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Ümidi kuşanmış saray halkı, Ramazan’ı bir lutuf saymışlar ve saraya dâvet etmişler.
Saraya giren Ramazan, lükse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri çoktan ülke gündemine düşmüş gerçi fakirler… Ama, bu israf kanına dokunmuş; üzülmüş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp götürmüşler, hasta padişahın huzuruna… Ramazan, içeri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişa
ha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!…
Padişahın yakınlarına dönmüş Ramazan; “-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. Mânevi âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz.”
“-Peki, çare nedir?” diye sormuşlar.
“-Çare Allah’tır, Allah’tandır. 30 gün, 30 gece kalacağım bu ülkede… İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duâları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek bütün insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!”
“-Vaktin oğlu mu?” demişler, şaşırmışlar.
“-Biz ona «ibn-ül vakt» deriz. Ancak bu hâle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her köşesinde… Böylece, kalbin her atışı bir hayra alâmet olur.”
Sonra padişaha dönmüş, Ramazan: “-Sen de biraz iyilik yap. Hâl-hatır sor güle, böceğe!.. Tâ ki, kalbinin ‘tıp tıp’larını duyasın…”
Bunlardan sonra, saraydan çıkmış Ramazan. Ardında, rüzgarını bekçi bırakmış. Ülkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını dolaşmış. Bir ay sürmüş yolculuğu… Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ülkeyi. Bir dahaki seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine düzen, yine sekînet getirmeyi…
Burada da masal bitmiş.
“Ramazan bir yere geldiğinde; bütün kötüler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gökten üç rahmet inmiş; biri padişahın kalbine; biri “vaktin oğlu” olabilenlere, biri de Ramazan’ın rüzgârını yüreğinde hissedenlere…
Kübra Akbet – Şebnem Dergisi, Sayı 20
Günün Şiiri
Desem Ki
Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır
Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini
Ormanların en kuytusunu sende görmekteyim
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm
Sende tattım yemişlerin cümlesini
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin.
Desem ki…
İnan bana sevgilim inan
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgarla nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen
Rüzgarların nehirlerin kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme müsterih ol
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum
Cahit Sıtkı TARANCI
Günün Fıkrası
Ramazan Kırkbeş
Hoca merhum, köyün imamı iken Ramazan ayı geldiğinde günleri şaşırmamak için her gün çömleğe bir taş atarmış. Hocanın bir de küçük kızı varmış. Bu çocuk babasının her gün çömleğe taş attığını görünce, kendisi de tutmuş bir avuç taşı çömleğe doldurmuş.
Ramazanın sonuna doğru gelmişler (yirmi – yirmibeşi olduğu sıralarda) cemaat hocaya: “Ramazanın kaçı?” diye sormuşlar.
“Eve kadar gidip – geleyim, size Ramazanın kaçı olduğunu söylerim” demiş ve eve gidip taşı saydığında, çömlekten tam 115 taş çıkmış. Hoca düşünmüş-taşınmış… Ramazanın 115’i dese hepten ayıp olacak kırkbeşi demeye karar vermiş.
Cemaatin yanına gelince: “Kaçı olmuş hocam?” diye sormuşlar. Hoca: “Kırk beşi” diye cevap verince. Oradakiler: “İnsaf be hoca. Ramazan kırkbeş olur mu?” demişler. Hoca: “Siz bana dua edin, yoksa iş çömlekten çıkan taşa kalsaydı, Ramazanın 115’i olacaktı” demiş.
Günün Sözü
Nice oruçlu insan vardır ki, orucundan nasibi sadece aç ve susuz kalmasıdır. Ve nice geceleri ibadetle geçiren vardır ki, bundan nasibi sadece uykusuz kalmasıdır…
Hz. Muhammed