Günaydın sevgili okuyucularım nasılınız bu sabah? “Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz” diyor şarkı çoğumuz biliriz. Ve bezen avaz, avaz söyleriz, kaç kere yemin ettim derken coşarız, aynı coşkuyu tv de bu günlerde bol, bol çocukların kullanıldığı reklamları dizileri izlerken de buluyorum kendimde. Örneğin süt reklamındaki çocuklar, ya bebek bezindeki çocuklara ne demeli? Ya “yetenek Sizsiniz”e katılan minikler. Belki inanmayacaksınız o çocuklar için izliyorum çoğu zaman bunları. Çünkü o yalın sevgiyi masum beklentisiz, sevince bir an bile olsa dokunmak istiyorum, onlarla enerjim yenileniyor adeta.
Unuttuğum bir şeyi anımsıyorum. Doya, doya sevmeyi kana, kana. Çocukları hepimiz severiz kuşkusuz ama bu günlerde daha çok seviyoruz gibi geliyor bana. Çünkü yaşadığımız günler bizi bizden aldı. Adeta savruluyoruz. Sokakta sıkış, sıkış trende vapurda sıkış tıkış çok fazla bizi ilgilendirmeyen şeyleri gün boyu kafaya o kadar çok takıyoruz ki birçok şeyle birlikte sevmeyi de unutuyoruz, en basitinden. Sevdiğimiz yemek, sevdiğimiz iş, sevdiğimiz kitap, sevdiğimiz birini ziyaret falan hep bize bakıyor acaba ne zaman onlara döneceğiz diye. İşte bunca savrulmuşluk arasında sevgiye dair bir o bebekleri görünce içimizde kıpırdanmalar oluyor. Yani ben böyle algılıyorum. Sevgiyi telkin eden herkeste bende aynı etkiyi yapıyor.
Bu günlerde sorgulamaktayım çocuklara olan sevgimizin dışındaki sevgileri. Aslında seviyorum dediğimiz birçok şeyi gönlümüzce doğal olarak seviyor muyuz? Yoksa öyle gerektiği için mi seviyoruz? İnancımız da bu sorgulama içinde. Gerçekten inandığımız şeyi seviyor muyuz yoksa sevmemiz gerektiği için mi seviyoruz? Sevdiğimizi kendimiz için mi seviyoruz yoksa o kendisi olduğu için mi?
Peki, kendimizi seviyor muyuz? Kendini sevmek ne demek? Kendini nasıl sever insan? Birine seveceği bir davranışta bulununca insan gerçekten kendini sever mi?
Bunları defalarca yazdım. Defalarca kendime sordum. Ve defalarca yanıtlarımı unuttum. Her defasında yuvarlandım tepe taklak içime. Sevmek yalan oldu. Sevmeye inanmakta. Oysa… diyor şarkı. Hangi gönülde karşılıksız sevgi kaldı ki?
Evet, aslında sevdiğimizi sandığımız bazı şeyleri hiç sevmemişiz ya zorlamadan ya da öyle görünmek zorunda olduğumuz için sevdiğimizi sanmışız.
Altın çağ başlayacak deniyor 21.12.12’de. Acaba altın çağ bizim dürüstçe aynaya bakabileceğimiz bir cağın gerçekten başlangıcı olabilecek mi? Kendimize bu iyiliği yapabilecek miyiz? Kendi altın çağımızı yakalayıp kendimizle yüzleşecek miyiz? Canının derdine düştü insanlar. Canımızı aslında bilinçli olarak seviyor muyuz? Yoksa içgüdülerimizle mi hayata tutunmaya çalışıyoruz. Yaşamın devamı için?
Bu sabah “sevmekten kim usanır” diye başladım güne. Ama kuşkuluyum bu kuşku şarkının devamını getirmeme izin vermedi. Çünkü çocuklar a dair sevginin dışındaki bütün sevgilere bu sabah kuşkuyla bakıyorum aslında varları mı, yoklar mı bilmiyorum çünkü.
Çünkü bu sabah küskünüm güne neden doğdu diye. Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık sevgi birlik ve beraberlik içinde kalalım her zaman. Yase
Sevmekten kim usanır? Perişanlık ikilikten doğar.
Ve Mesnevi’den bir öykü…
PERİŞANLIKLAR İKİLİKTEN DOĞAR
Rivayetçiden şu hikâyeyi de dinle: Kazvinlilerin adetleridir; Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler. Bir Kavzinli, tellağın yanına gidip “Bana bir dövme yap; fakat canımı acıtma” dedi.
Tellak “Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “bir kükremiş aslan resmi döv” dedi; “Talihim aslandır, onun için aslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!” Tellak “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “İki omzumun arasına” dedi.
Tellak, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp, “Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?” diye bağırdı. Usta “Aslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu: “Neresinden başladın? Usta “Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki “Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu. Aslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı. Aslan varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenalık geldi, bayılacağım.”
Usta, Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce aslanın bir başka tarafını dövmeye başladı. Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi. Kazvinli “Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi. Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryat etti: “Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta: “Azizim, karnı” dedi.
Kazvinli “Fena acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince Tellak şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı. İğneyi yere atıp “Alemde kimse böyle bir hale düştü mü ki? Kuyruksuz, başsız, karınsız aslanı kim gördü? Allah bile böyle bir aslan yaratmamıştır” dedi.
Kardeş, iğne yarasına sabret ki gavur nefsin iğnesinden kurtulasın. Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tabidir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şulelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.
Allah; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi” demiştir. Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letafet kesilir.
Allah’ı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesabesinde tutmakla. Allah’ı levhidetmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Allah önünde yakıp yok etmek… Gündüz gibi şulelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!
Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimya içinde eritir, yok eder gibi eritir, yok eder gibi erit, yok et (de altın ol) Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmış ( yokluğu ve birliğe ulaşmış) sın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor.
Günün Şiiri
Sevmekten kim usanır
Sevmekten kim usanır
tadına doyum olmaz
hangi gönül uslandı ah
sevenle oyun olmaz
Kaç kere yemin ettim
kaç gönüle de girdim
sensiz yapamıyorum ah
TARİH KÖTÜDÜR
İşte gençliğimin şiirleri
İlk gençliğimin
Güzel şeyler
Deli saçmaları
Beceriksizlikler
Şehvetle titreyen parmaklarla yazmışım onları.
Bir çocuk için
En güzeli
Belki bütün yazdıklarımın en güzeli
Gövdemi ılık
Kirli
Pırıl pırıl bir havuzda düşlerdim
Göğsümde nilüferler
Su çiçekleri
Garip bir çocuk dediler bana
İçine kapalı
Güçlü
Onun koluna girerdim
Zayıflığı çekerdi beni
Acımasız pırıltısı
Geceleyin kendini sevmesi
Organları
Çocukluğumun şiirleri
Hepsinde umarsız bir çığlık
Zavallı
Traji-komik
Şanlı tarihim:
Ne zorbalar geçmiş beynimden
Ne haksız kıyımlar olmuş gövdemde
Kimler can vermiş hapishanelerde
Hangi sınıf egemen?
İlk şiirlerim
Alaycı bir göz
Kirpiklerinde tohum
Düzensiz patlamalar
Yaralı omuzlarım
Biri kavga türküsü
Acemi
Çığlık çığlığa
Yarım
Bütün bunlar şimdi geçmişte kaldı
Çocukken yazdıklarım beni yüreklendiriyor
Bir budala gibi
Yoksul bütün halklar gibi
Şaşkın bir el yazısıyla
Ayaklanmalar tasarlıyorum.
Barış PİRHASAN
Günün Fıkrası
Temel binanın altıncı katından düşmüştü. Hemen etrafına bir kalabalık toplandı. Yoldan geçen biri kalabalığı yardı ve yaralı Temel’in üzerine eğilip sordu: “Ne oldu?” Temel zorlukla konuştu: “Vallahi bilmiyorum. Ben de şimdi geldim”
Günün Sözü
Gönlü ışık yakmayı, aydınlanmayı öğrenen kişiyi, güneş bile yakamaz. Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen benliğini yakıver.
Mevlana