Teşekkür Etmek…

0
65

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Sevgi” çok özlediğimiz ve birbirimizden özelikle bu son günlerde esirgediğimiz bir söz. Ve yine birbirimizden esirgediğimiz -dikkat ediyorsanız eğer- kuru bir teşekkür. Çoktan beri dikkatimi çekiyor. Sevgi olsa teşekkürde olurdu. Sevgi ve teşekkür bir arada olursa belki terörü de yenebilirdik. Bunca kadın cinayeti olmazdı. Birbirimizin kuyusunu kazmazdık. Hayata bakışımız değişirdi, kendimizi severdik. Ama yok bizim en büyük nefretimiz kendimize, küskünlüğümüz, asık suratımız, olumsuz her davranışımız aslında kendimize yönelik acımasız suikastımızdır ve bu arada özür dilemeyi de “kusura bakma” demeyi de bilmiyoruz. Sözümüzde duramadığımız zamanlarda bile bunun nedenini açıklama ve özür sayılabilecek cana yakın bir sözcük kullanmayı da bilmiyoruz. Ya da hepsini biliyoruz ama yapmıyoruz; çünkü bizi bundan alıkoyan o sefil “ben”liğimiz ve ona olan esaretimiz.

O kadar esiriz ki onu dışlayıp “biz” olmayı beceremiyoruz. Bunun için gayret bile etmiyoruz. O kadar birlikte yaşamaya alışmışız ki, onu büyütüp altında nasıl ezildiğimizi bile anlayamıyoruz. Ve böyle, böyle gittikçe bencilliğin derin karanlık kuyusunda insan olmanın o dayanılmaz inceliğini yitirip, boş başaklar misali yaşamımızı sürdürüyoruz. Bu duruma üzülüyorum, tabi üzülmediğimi sandığım çok zamanlar da. Çünkü teşekkür dilimin ucunda sevgi yüreğimin içinde olur her an. Ve her şey için. Teşekkür etmeyi bilen ve birini kırdığı zaman ki asla bilerek değil. Ve kesinlikle kırıldığım için kırdığımda, özür dilemeden, gönül almadan günü bitirmeyen biri olarak üzülmemek elde değil tabi…

Arkadaşlarım yıllar boyu “sana okulda yalnızca teşekkür etmeyi mi öğretiler” diyerek benimle dalgalarını geçtiler ama teşekkür etme huyundan vazgeçiremediler. Ne yazık ki üzülerek söylüyorum onlar da teşekkür etmeyi bir türlü öğrenemediler. Onlara örnek olamadım. Bu benim yenilgim kabul ediyorum. Ki Jan Jakruso’nun çocuk eğimi “emil” adlı eserini daha sanırım on yaşında iken okumuştum (nasıl niçin okudum bilmiyorum o yaşta? belki yalnızca evde olduğu için) Daha sonraları yeniden okudum ve yeniden ve yeniden.

Ve inanıyordum ki en az onun inandığı kadar örnekleme sanatına, sözle değil davranışla örnek olunabileceğine. Ama gördüm ki -evet benim çocuklar öğrendi, yalnızca örneklemelerden değil tabi- ancak arkadaşlarım dostlarım yakınlarımda olan hiç kimseye bir nefes kadar bile yaramadı davranışlarım. Bu yüzden hep yalnız hep bir köşede kaldım. Ancak ne yaman bir çelişki ki bu sevgili arkadaşlarım, kendileri yapmadıkları her şeyi kesinlikle başkasından beklerler. Ve çok kaba bir şekilde uyarırlar bile. Görmezden geliyorum dedim çokkk zaman. Gerçekten her an gördüğümü ciddiye alsam çok değişirdi durumlar. Ve pılımı pırtımı toplayıp kendimi dağlara taşlara vurmam gerekirdi derviş olmak değilken niyetim.

Ve yine çok zaman bu özlemleri duyuyorum ve sizinle de paylaşıyorum. Ancak hep düşünüyorum ki. Bütün canlılar doğalarına göre davranırlar. Yani bir çiçeğe açma diyebilir misiniz? Hanım eline nergise, güle, kokma diyebilir misiniz? Kediye miyavlama, köpeğe havlama denebilir mi? Tabi ki denemez. Değil mi? Deseniz de zaten işe yaramaz. Akreple kaplumbağanın öyküsünü bilirsiniz. Akreple kaplumbağa bir su kenarında buluşurlar. Karşıya geçeceklerdir. Akrep beni sırtında geçirirsen sana hiç zarar vermem diye yeminler eder kaplumbağaya. Kaplumbağa hayır der ancak akrep o kadar dil döker ki sonunda garibim kaplumbağa inanır akrebe. Ve onu sırtına alıp suyu atlar. Tam karşıya geçerken akrep kaplumbağayı ısırıverir. Can haviliyle haykırır garip kaplumbağa. Ne yaptın der. Hani söz vermiştin. Ne yapayım kardeş der. Ben akrebim ve doğama uymak zorundayım. İşte bu kadar basit. Bu kıssa iyi güzelde sözünü ettiğimiz hayvanlar ama. Oysa bizim yakındığımız insan. İnsan aklı ve görünüşü ile diğer canlılardan ayrıdır. Ona yön veren aklıdır eğer onu kullanmazsa, diğer canlılardan bir farkı kalmaz doğasında incelik var. İyilik var ve tabi ki haldır, huldur kötülük, kin kıskançlık benlik gibi kötü huylarda var. Ve hangi tarafınızı beslerseniz o taraf beslenir güzelleşir. Ancak insanlar güzelden yana görünseler de besledikleri şey “ben”likleri ve bu yüzden unutuyorlar insana dair bütün incelikleri.

teşekkür etmek ile ilgili görsel sonucu

Bu yüzden bugün görmezden gelemiyorum kabalıkları ve ruhum inciniyor ta derinden sesimi soluğumu kesiyor incinmişliğim.

Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalın diyorum. Lütfen, insana ait incelikleri göz ardı etmeyin sizin için hiç önemli görünmeyen bir sözcük bir teşekkür bile bazı insanların belki yaşamında yeni bir kapı açabilir. Mevlana’nın Mesnevisinden öykülerle Mevlana’yı anmaya devam ediyoruz. Şimdilik sağlık, sevgi, birlik ve berberlikle kalalım sevgili okuyucularım. Yase

& & & & &

Tilkinin Taksimi

Arslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş, avlanmaya çıkmışlardı. Akşama doğru bir yaban öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan yakaladılar. Avlarını sürükleyerek ormana getirince kral arslan kurda dönüp: “-Bunları, aramızda adaletle taksim et bakalım!” diye emir verdi.

Kurt: “-Padişahım, dedi, yaban öküzü en büyük av olduğu için size layıktır. Keçi orta boyda, orta irilikte, o da benim olsun. Tilki de tavşanı alsın.”

Arslan, kurdun taksimine şiddetle karşı çıkıp: “-Sen kim oluyorsun da ben varken pay istiyorsun?” diye kükredi. Bir pençe ile kurdu yere yıkıp parçaladıktan sonra tilkiye döndü: “-Haydi, dedi, avlarımızı bir de sen taksim et!”

Tilki yüreğini dolduran korkuyu gizlemeye çalışarak: “-Aman efendimiz dedi, pay etmekte neymiş? Bu semiz öküz sizin kuşluk yemeğinizdir, keçiyi gün ortasında yer, akşama doğru da tavşanla kendinize ziyafet çekersiniz!”

Arslan, tilkinin taksimini pek beğenmiş, yüzü gülmeye başlamıştı; “-İşte adaletli bir taksim böyle olur” diye mırıldandı. “Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin sen?”

Tilki başını çevirip yerde yatan kurdu gösterdi: “-Padişahım, dedi, tabi kurdun halinden…” Arslan bu cevaba daha çok memnun oldu. “-Aferin dedi, alçak kurttan ibret aldığın için avların üçü de senin olsun!”

Evet, akıllı kişi odur ki çekinilen belada dostlarının ölümünden ibret alır ve nerede, nasıl davranması gerektiğini bilir. Sen aklın ve kurnazlığınla hem canını kurtardın, hem de avların tümüne sahip oldun. Haydi, afiyetle ye.

& & & & &

Fil Yavrusu Yiyenler

Akıllı bir adam yolculuğa çıkacak arkadaşlarına: “-Geçeceğiniz ormanda bir çok tehlike var dedi. Karnınız acıktığında sakın kuvvetsiz ve semiz olduklarına bakıp da fil yavrularını avlamayın, anneleri pusudadır ve evlatlarına zarar verildiği anda amansız bir düşman haline gelirler! Öğüdümü tutarsanız iyiliğe kavuşursunuz.”

Arkadaşları teşekkür edip ayrıldılar. Ormandaki yolculukları pek çetin geçti. Bir süre sonra, karınları acıkmaya, susuzluktan dudakları kurumaya başladı. Tam o sırada yapayalnız dolaşan güzel bir fil yavrusu gördüler. Verilen öğütleri unutup hırsla saldırdılar. Yavru fili yatırıp kestiler ve etinden kebap yaptılar… Kısa zamanda derin bir uykuya daldılar. Aç adam ise sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.

Akşama doğru kızgın bir fil çıkıp geldi. Korkuyla kendine bakan uyanık ve aç yolcunun etrafında üç kere dolanıp, ağzını üç kere kokladı. Onda yavrusunun kokusunu alamayınca uyuyanların ağzını koklamaya başladı. Evladını kebap edip yiyenleri tanıyınca, birer birer havaya kaldırmaya ve hırsla yere çarpıp öldürmeye başladı. Geride sadece yavrusunun etinden yemeyen akıllı ve uyanık adam kalmıştı. Anne fil ona hiç dokunmayıp ormanların derinliğine çekilip gitti… İşte böyle…

Günün Şiiri

Vay Kurban

Dağlarının, dağlarının ardı,

Nazlıdır.

Uçurum kıyısında incecik bir yol

Gider dolana – dolana,

Bir hastan vardır, umutsuz,

Belki Ayşe, belki Elif

Endamı kuytuda başak,

Memesinin, memesinin altında,

Bir sancı, Bir hayın bıçak…

Ölüm bu, Fıkara ölümü

Geldim, geliyorum demez.

Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü,

Ya da seher, mahmurlukta,

Bakarsın, olmuş olacak.

Bir hastan vardı umutsuz,

Hasreti uykularda,

Hasreti soğuk sularda.

Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,

İki mavi, kocaman korku çiçeği,

Açar, derin kuyularda…

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.

Hiç akıl edip de düşünen var mı?

Gün kimin hesabına tutar akşamı,

Rahmetinden kim demlenir bulutun,

Hayırlı evlat makina

Nasıl canavar kesilir.

Kurdun, karıncanın rızkını veren

Toprak nasıl ayartılır,

Yüz vermez topal öküze,

Ve almaz koynuna kara sabanı.

Sepetçioğlu’m kömür işçisidir,

Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif

Mal, haraç – mezattır,

Can, pazar – pazar.

Kırmızı, ak ve esmer,

Yumuşak ve sert buğdaları

Yaratan ellerin sahibidir bu,

Kör boğaz, nafaka uğruna,

Haldan düşmüş, tebdil gezer…

Dağlarının, dağlarının ardı

Nasıl anlatsam…

Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.

Çırılçıplak,

Vay kurban…

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”

Yiğitlik, sen cehennem olsan bile

Fedayı kabul etmektir,

Cennet yapabilmek için seni,

Yoksul ve namuslu halka.

Bu’dur ol hikayet,

Ol kara sevda.

Seni sevmek,

Felsefedir kusursuz.

İmandır, korkunç sabırlı.

İp’in, kurşun’un rağmına,

Yürür pervasız ve güzel.

Sıradağları devirir,

Akan suları çevirir,

Alır yetimin hakkını,

Buyurur, kitabınca…

Gün ola, devran döne, umut yetişe,

Dağlarının, dağlarının ardında,

Değil öyle yoksulluklar, hasretler,

Bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktır,

Bir tek zeytin dalı bile yalnız…

Sıkıysa yağmasın yağmur,

Sıkıysa uyanmasın dağ.

Bu yürek, ne güne vurur…

Kaçar damarlarından karanlık,

Kaçar, bir daha dönemez,

Sunar koynunda yatandan,

Hem de mutlulukla sunar

Beynimizin ışığında yeraltı.

Her mevsim daha genç, daha verimli,

Sunar, pırıl – pırıl, sebil,

Ömrünün en güzel aşk hasadını,

Elimizin hünerinde yeryüzü.

Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,

Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe

Şafakla doğan işgücü.

Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,

Ol kitapta böyle yazılıdır,

Ol sevda, böyledir çünkü…

Ahmed ARİF

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here