Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Temizlik imandan gelir” diye bir söz vardır. Bu söze inanırım candan gönülden. Temizlik anlayışı zamanla öğrendim ki kişiye göre değişiyor. Kimisi için temizlik etrafı silip süpürmek, toz almak, kimisi için üstünü başını temiz tutmak, kimisi içinse içini temiz tutmaktır temizlik. Dipte köşede toz, kir, pas bırakmamak.
Benim içinse hepsi birdendir. İçini temiz tutan dışını da temiz tutar diye düşünüyorum. Bu hem maddi anlamda hem de manevi anlamda bir temizliliktir, her iki anlamdan biri eksik ise temizlikte eksik kalır bence. Ve iddia ediyorum ki bizim toplumca temizlik anlayışımız eksik ve yanlıştır. Örneğin sahilde çekirdek çıtlayıp kaldırımda kabuktan halı oluşturan bir ev hanımının evindeki temizlikten kuşku duyarım. Evi temizdir, olabilir ancak temizliği sokağa taşımıyorsa o temizlik eksiktir ve bir yerde anlamsızdır ki o sokaklar sanki bizim değil de uzaylılarınmış gibi davranırız. Ancak öyle bile olsa bizde o sokaklardan geçip gidiyoruz ve tepe, tepe kullanıyoruz yani? Yani bizimde sorumluluğumuz var o sokakların temizliğinde değil mi? Ama nedense temiz tutmak aklımızdan geçmez bile.
Çünkü temizlik anlayışımız bu, evi temizler kapı önünü kirli bırakırız. Merdivenleri kullanırız ama onları da temiz tutmayız, elimizde ne varsa buruşturup bir kenara atarız, sigara izmariti dahil. Ve biz bu kirli sokaklarda geçer kirli merdivenlerden çıkar ve kirli kapı önünden evimize gireriz. Bunca kiri taşıdığımız evimiz nasıl temiz olabilir bilmiyorum. Ancak benim düşünceme göre temizliğin tam olması şart. Halıyı süpürüp kiri halı altına atmak temizlik değildir. İnsan böylesi bir temizlikle ancak kendini kandırabilir. Ve böyle bir anlayışla manevi temizlik oluşturmak olanaksızdır bence. Zaten bunu yapanların böyle bir düşüncesi de olmamıştır zahir.
Neyse herkesin temizlik anlayışı kendine diyorum. Ancak hiçbir zaman toplumla birlikte iken insanın kendine diye bir şeyi olmamalı da diye düşünüyorum ya, benim düşüncemde kendime.
Bu sabah mutfağı havalandırmak için pencereyi açtığımda çöp konteynırlarının, temizlik görevlilerince temizlenmekte olduğunu gördüm. Burada çöp konteynırları turuncu renkli plastikten, o ağır hantal şeyler kalkmış, yerine daha hafif ve renkli şeyler gelmiş. Renkli ve temiz olunca konteynırlar sokağında havası değiyor ister istemez. Kaldırım boyunca ve evlerin bahçelerindeki yeşil ağaçlar, çimenler çiçeklerle ve bu turuncu konteynırlar! Ne güzel dedim. Tazyikli suyla temizleniyor. Bekledim izlemeye devam ettim bana değişik gelen bu işi. Elemanlar konteynırın dışını bir anda tertemiz yaptılar ellerini hiç sürmeden. Tamda bekliyorum içini temizleyecekler!! Ki içi yukardan göründüğü kadarı ile baya kirli, kirler yapışmış kalınlaşmış bile. Yukardan “hadi bir içeri sık şu tazyikli suyu içi de dışı gibi tertemiz olsun” diye mesaj göndermeye başladım. Ancak hiç oralı olmadı çalışan “dışı seni içi beni yakan” konteynırı bırakıp başkasına geçti. Elim yanağımda böylece kaldım. Yani elin bir şeye değmiyor. Bir sıkıyorsun, iki sıkıyorsun basınçlı suyu, daha çok değil. Ve bu senin görevin, iki dakikanı değil, yarım dakikanı alır bu iş, peki ama kardeşim neden yapmazsın? Neden dışını temizler içini kirli bırakırsın? Kendimi yiyorum içimden sekizinci kattan atlayıp “neden içini temizlemiyorsun kardeşim” diye sormak geliyor ya da bağırmak yukardan. Ama olmuyor yapmıyorum ancak daha buradayım (İstanbul) ve onları aşağıda yakalarım inşallah…
Ve sevgili okuyucularım bu dışı temizlemek içi kirli bırakmak bizim klasik davranışımız. Çünkü bizler her zaman işimizi benimsemeden yaparız oysa bu bir ahlak sorunudur. Sorumlu olduğun iş senin işindir. Ve bu iş için sana belli bir ödeme yapılıyor. Karşılığını aldığın bu işi yarım yaparsan, yarım ödeme almaya razı mısın? Hayır asla razı olmazsın o zaman işini tam yap, işin senin aynan kardeşim aynan…
Ve bizler sırf bu yarım yamalak benimsemeden yaptığımız işler yüzünden daha çok acılar çekeriz. Ve bu yüzden zahir “temizlik imandan gelir” demiş atalarımız.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalın. Yase
& & & & &
Az ve Öz
Öyküm şimdilik yeni… Eğer yıllar sonra anlatılırsa mutlaka, “Bir zamanlar… ” diye başlayacaklar. Madem
fiyle, eskitilmiş tahtalar gibi, öykümü şimdiden eskiterek başlayalım söze:
Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adları Az ve Öz kalmış.
Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi–kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan’dan, Eski Roma’dan, Eski Türk’ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos’u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten
tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)
Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş. Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar. Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az’a “Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz “Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?” demiş. Az, “Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu” demiş.
Öz heyecanla “Nasıl bir kuştu?” demiş. Az “Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü” demiş. Öz “Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az, “Ne bileyim dikkat etmedim” demiş.
Öz bu duruma çok üzülmüş. “Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik” demiş. Az “Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş.
Öz “Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır” demiş ve devam etmiş: Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır. “Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma’nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü’dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.”
Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e “Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?” Öz, “Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır.
Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür” demiş.
Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.
Günün Şiiri
İKİ LÂF
Poliste adımızı sordular
-Bileklerimize kelepçe vurdular-
Dedik ki biz oyuz
Dosyada künyemiz vardır
Babamız Ahmet annemiz Fatma…
Vaktimiz yoktu evlenemedik
dedik;
Nüfusta kaydımız bekârdır.
Ne avrat, ne evlât, dünür…
Yirminci asırda her şair
bizim gibi düşünür.
İçerde küf ve nem
Demir parmaklık arkasında ışıltılar!
-Geç dediler;
Aralandı kapı, yürüdük,
Eğildi üstünden atladık – duvar.
Sağanak sağanak
Yağıyordu gökten aydınlık
Yürüdük…
Yer bizimle
gökler bizimle
Sular bizimle başladı yürümeğe,
Yürüdük
Demirkapı, Ahırkapı, Adliye.
Yürüdük…
Bileklerimizde tel kelepçe
Bütün gece…
Yargıçta suçumuzu sordular
-Bileklerimizde karakol mührü vurdular-
Dedik ki çok
Dedik ki yok
Dedik ki adam öldürmedik kan içmedik
Yalnız iki lâf dedik
Dedik ki
Gün ağardı göğe bak!
Dedik ki
Güneş doğsa sırtımız ısınacak!
Dedik ki çok
Hür bir dünyada mutlu insanlar
Onlar için yemiş verir ormanlar
İnsan büyür mihnet küçülür
Ve pürüzsüz sular gibi akar zamanlar.
Yıldızlar omuzların hemen tepesinde
Keder ve hınç Kafdağı’nın ötesinde
Gök bir anneçınar gibi üstünde onların
Ve onlar oynaşırlar bu çınarın gölgesinde.
Sokakta yolumuza durdular.
Neticeyi sordular.
Dedik ki
Ya kırmızı, ya sarı!
Şahit edip deriz ki gökleri ve tarlaları
Adam öldürmedik kan içmedik!
Yalnız iki lâf dedik.
İlhami Bekir TEZ
Günün Fıkrası
Of’lu hoca Cuma namazında içki içenleri fena azarlıyordu: “Paranızı sokağa atıyorsunuz! Kazanan kim? Meyhaneci… En büyük dükkan kimin? Meyhanecinin… En güzel ev kimin? Meyhanecinin… Ya en güzel araba? Meyhanecinin. Bu paraları veren kim? Ha sizin gibi kafasızlar…”
Aradan 2 hafta geçer, bir adam koşarak hocanın yanına gelir ve ellerine sarılıp öperek: “Allah razı olsun hocam, senin verdiğin içki vaazı sayesinde hayatım kurtuldu..”
Hoca memnun: “Aferin, içkiyi bırakmanın mükafatlarını ahrette de göreceksin oğlum.” der. Adam düzeltir: “İçkiyi bırakmadım hocam, MEYHANE AÇTIM!”
Günün Sözü
Bir başbakan sahneye çıkıp soytarılık yapsa yarım dakika beceremez, foyası ortaya çıkar. Ama bir soytarı, kimseye hissettirmeden yıllarca başbakan koltuğunda oturabilir…
Peter Ustinov