Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Birbirimize ne zaman bu kadar tahammülsüz olmaya başladık bilmiyorum. O kadar tahammülsüz olduk ki sanki üzerimizde patlamaya hazır bir bomba taşıyoruz. Bir tek sözcükle “bum” hiç düşünmüyoruz, önünü arkasını ağzımızdan çıkan sözün ve davranışın! Üstelik gerçekten kaba saba olduk! Korkuyorum yakında alışacağız buna ve bir yaşam şekline çevireceğiz. Kaba saba tahammülsüz; of korkunç bir şey!
Oysa her zaman söylerim bir tek saniye bile yeter, konuşmadan düşünmek ve eyleme geçmek için. Bir tek saniye bir nefes alıp verme mesafesi bir göz kırpma arası. Ama düşünmek gerçekten başka bir lüks gibi! Ve bir sözün tek bir sözün bile yaratacağı tahribattan ne kadar habersizmişiz! Öfkeyle sarf edilen sözcüklerin, zamanla birikip içimizde yanar dağlar oluşturduğunu anlamamız ne kadar uzun sürmüş! Yazık. Patlamaya başlayınca kızgın lavların arasında kalınca ancak anladık ama artık çok geç kalmıştık. Ne zaman başladık biz bu dağları oluşturmaya? Ve bu kadar tahammülsüz bu kadar kaba saba olmaya?
Ayrılıklar kaçınılmaz olur artık en iyi ihtimalle. Oysa ayrılmakta lüks oldu. Öldürmek daha kolay geliyor! Ayrılacağına öldür gitsin. Vahşileştikte aynı zamanda çünkü… Çocuklarımızı evde ölüme bırakırız. Kadınlarımızı öldürürüz, küçük anneleri, bebekleri ile birlikte boğarız! Ve biz sözleri silah yaptık ucu sivri direk yüreğe isabet. Ve aslında x olduk. Ve sevgili okuyucularım sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte her şeye rağmen. Yase
& & & & &
Felsefi Öykü
Yıllar önce Amerika’da yaşlı bir kayıkçı Mississippi Nehri’nin bir yakasından ötekine yolcu taşıyarak geçimini sağlıyordu. Yaşlı kayıkçı kayığındaki küreklerden birinin üstüne inanç, diğerine ise çalışmak yazmıştı. Bunların ne anlama geldiğini soranlara, kayıkçı şöyle yanıt veriyordu. Nehri karşıdan karşıya geçmek için her iki küreğe de ihtiyaç vardır. Çalışmaksızın inanç veya inançsız çalışmak sizi bir dairede döndürür, durur. Yaşam yoluna da tek kürekle çıkmak nehri tek kürekle geçmekten farksızdır. Yerimizde döner durur, hiçbir yere gidemeyiz.
Şubat Güneşi
Abisi askere gitmeden önce ona bir kitap hediye etmişti. Mevlana’nın “Fih ma fih” adlı kitabı. Mesnevinin özeti gibi el büyüklüğünde kapağı beyaz bir kitap… Kitabı alır almaz çok sevmişti hemen birkaç sayfasını okumuştu ama sonra bu böyle okunup geçilecek bir kitap değildi üzerinde düşünülecek yorum yapılacak derinliğine inilmesi gereken bir kitap deyip rafa kaldırmıştı abisinin gelişine dek. Buna rağmen kitabı arada bir karıştırmaktan kendini alamıyor, okuduğu yerleri, verilen örnekleri dönüp, dönüp yeniden okuyordu. Ancak tartışmak paylaşmak istediğinde yanında kimseyi bulamıyordu. Yusuf değil Mevlana okumak, resimli dergi bile okumaktan hoşlanmazdı. Annesi hep okuldaydı, evde olduğunda da ya öğrencilerin yazılı kâğıtlarını okur ya da not falan tutardı. Onunla da okuduklarını paylaşamıyordu.
Bu yüzden abisinin dönüşünü dört gözle beklemişti. Ancak o döndükten sonra Mevlana’nın bir tek sözü üzerinde konuşup tartışacak zamanları olmuştu. “Üzüldüysen üzdüğün içindir” der Mevlana. Bu söz üzerine çok kafa yoruyordu Zeynep ve bunu tartışmak istiyordu yalnız abisi ile değil önüne her gelenle. Ne demek yani onu üzen bir sürü şey vardı. Bu üzüntüye kendisi mi neden oluyordu. Kendisi karıncayı bile incitmezdi oysa. “Sen üzmesen de üzüntüye neden olabilirsin bazen kardeşçiğim” demişti abisi… Kardeşini okuldan almış eve dönerken. “Bu bir etki tepki meselesidir.”
Yani? Yani senin her hangi bir yeteneğin var diyelim. Ama benim her hangi bir yeteneğim yok ve ben seni çok kıskanıyorum. Ve kıskançlık beni hırçınlaştırıyor üzüyor. Bu durumda sen direk olarak beni üzecek bir şey yapmadın ancak yeteneğin beni çok üzüyor çünkü bende yok ve benim karakterim de kıskançlık var. Takdir edeceğime kıskanıyorum! Yani sorun benim karakterim ama neden, senin yeteneğin!
Bazen yalnızca duruşun bile karşısındakini rahatsız edebilir, ona kötü bir söz söylemeden canını yakmadan, yüreğini incitmen, yalnızca sen, sen olduğun içinde senden incinebilirler. İncinince de incitmekten kaçınmazlar.
“Ben incinsem de incitmem ama.” O da senin ruhunun zenginliğinden ve güzelliğinden kaynaklanıyor sevgili biricik kardeşçiğim sen benim tanıdığım kardeşlerin en akıllısı en güzelisin çünkü.”
“Sende ağabeylerin en akıllısı, en anlayışlısı, en bilgilisisin” diyerek yolun ortasında boynuna sarılmış abisini büyük bir coşkuyla öpmüştü. “Şimdi bir birimizi öpmemiz gibi değil mi birbirimizi incitmemiz de.” “Bu konuyu başka zaman yeniden irdeleriz. Şimdi burada ayrılmalıyız kız arkadaşım bekliyor. Sen eve geç kalma.”
Zeynep abisinin kız arkadaşına karşı garip bir yabancılık hissediyordu. Sanki onun yüzünden ikinci plana itildiğini sanıyordu bu yüzden hafifçe yüreğinin burulduğunu algılamıştı. Bunun üzerine “Abim kız arkadaşı ile buluşmaya gittiği için yüreğim burkuldu. Oysa o yüreğimin burkulduğundan habersiz. Ve o benim üzülmemi istemez asla, ama ben üzgünüm ve şimdi üzgün durmaya devam edersem onu da üzeceğim. Ve abimin arkadaşı beni üzecek bir şey yapmadı ama ben ondan üzüntü alıyorum. Burada sorun benim demek o değil.” “İşte üzüldüysen üzdüğün içindir” sözünün açılımı tamda bu olmalı değil mi? Kendi kendine gülmüştü. Sonra garip bir şekilde abisinin kız arkadaşına duyduğu soğukluğun o anda yok olduğunu algılamıştı.
Ancak bir kez daha ne bu konuda ne de başka bir konuda konuşma olanağı bulamamışlardı. Zeynep düşündükçe çıldıracağını sanıyordu. Nasıl böyle ansızın abisi yok olmuştu! Üzüntüden kıvır, kıvır kıvranıyordu. Yaşarken onu hiç üzmemişti, şimdi hıncını mı alıyordu? Keşke üzseydi, keşke kavga etseydik belki bu kadar çabuk beni yalnız bırakmazdı, böyle öksüz kalmazdım. Abisin ölümünden sonra kendini ince bir ip üzerinde yürüyormuş gibi algılıyordu. Sağlam durmasa düşeceğini biliyordu.
Sağlam durmak çok kolay değildi. İçinden etrafı yakıp yıkmak, her şeyi kırıp dökmek, avaz, avaz bağırarak ağlamak geliyorken…
“İçim acıyor” diyerek geceleri sık, sık uykusundan uyanıyordu. Gerçekten maddi bir ağrı algılıyordu aslında olmayan; Ahmet’in kollarının arasında adeta kendinden geçmiş ateş içinde uyurken aynen o günlerde çektiği iç acısını çekiyordu. “İçim acıyor” diye inliyordu.
Ahmet kızı kollarının arasına almış derin bir uykuya dalmıştı. Kızın inlemelerini duymamıştı bile. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Şimşeklerin keskin ışığı kapalı perdelerin ardından salonu aydınlatıyordu. Şöminede ateş geçmek üzereydi. Ahmet’in her tarafa yerleştirdiği mumlar titriyordu. Ahmet’le Zeynep birbirine sarılmış uyuyordu.
Günün Şiiri
Ş İ İ R
Eliyle silerek alnını
yenilerden söz ediyor adam: “Halk ve ülke,
benim olanı sizlere verdim
severek aşkı ve susarak özlemle.
Uyu, uyu kadınım! Nenni, nenni bebeğim
Serin yatağınızda sessizce uyuyun!
Orda, dışarda dar geçitlerde
hayaletler, uzun ince ve kuru.
Ülkemizde yarası sarılmamış
acılardan ve yoksulluklardan bir deniz
dalgalarını ateş titreşimleriyle
vurur dört duvarıma.”
Alışıldığı gibi nasıl davranırlarsa
güçleriyle mutlu erkekler,
iner karanlığın tokmağı
ve dağılır her bir parça içinde.
Adam gider -orda, sözsüz, selâmsız,
ayaklarına yalnızlık çöker;
tıknefes yollarda terler
durur ve uzun süre kekeler.
“Bayım, çek git! -Senin işin
hiçbir zaman bitmez.
Onlar senatoda ateşle oynayacak
kavrulmuş cesedinin üstünde
alev çıngıları düşecek,
ölüm ve yaşamak olacak bu.
Onlar vahşi kini büyütecek,
varlığına sövecekler.”
“Bırak hep birlikte çoğaltsınlar
küfretsin, lânetlesinler bırak!
Yanardağımı uyandırdım
görmeye gelecekler beni bilmek için
nedir bendeki ölümü ve yaşamı yan yana tutan!
Yoksulların ekmeğe ihtiyacı var; –
bunu sunmak istiyorum onlara,
haklı kılmalıyım tüm dileklerini!”
Gerhart HAUPTMANN-Çeviri: Arife KALENDER
Günün Fıkrası
Bir deli kahveye gitmiş. Çay istemiş. Çay gelir gelmez “Bu şekersiz” demiş. “Bana şeker getir” demiş. Adam şekeri getirmiş. Sonra bu olay 2. kez olunca garson bağırmış: “Ben tam 16 şeker koydum nasıl şekersiz olur.” Deli de demiş ki: “Napayım. Karıştırınca hepsi yok oluyor”
Günün Sözleri
Her sabah bir işin başlamasını her akşam bir işin bitişini gören, bir şeye girişen, bir şeyi sona erdiren akşam istirahatını hak eder.
Henry Wadsworth LONGFELLOW
Başarı merdiveni dinlenme yeri değildir, o merdivende basamaklar tırmanan birinin bir ayağını öteki ayağından daha yükseğe çıkarmasına imkân vermek için konulmuştur.
Thomas H. HUXLEY