Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Grip, soğuk algınlığı küçük büyük ayırmadan vuruyor da vuruyor. Kime sorsam aile boyu hasta… Önce evde tedavi, sonra muhakkak hastane… Bu hastalık kervanında sevgili arkadaşım Doğan Süslü de vardı. O da baya zorlu günler geçirdi ama sonunda sağlığına kavuştu. Tabi insan uzun zaman hasta olmayınca hiç hasta olmayacağını sanır ve hasta olunca baya bir garipleşir. Sevgili arkadaşımda böyle bir psikolojiye düşmek üzereydi valla! Ya da düştü en iyi bunu eşi bilir tabi. Ama o gülmenin en doğal ilaç olduğunu biliyordu bu yüzden sık sık gülümseyerek bu zor günleri kolaylaştırmaya çalışıyordu. Sonunda bir hastane günlüğü oluşacak kadar yaşanmışlıklar biriktirerek hastaneden sağlıkla çıktı çok şükür. Kendisine ve bütün hastalara Koskocaman geçmiş olsunlar diliyorum.
Ve sıra bendenize gelecek mi? Doğrusu kendimi eksik algılamaya başladım ne yani gerçekten taştan duvardan mıyım ben, neden hasta olmuyorum ki? Vicdan azabı çekiyorum hastaları görünce yani ondan soruyorum yoksa lütfen mümkünse bendenize uğramasın birde o çıkmasın başıma zaten yoğunum zaten gece gündüz çalışsam işlerimi yine de yola koyamam durumlarındayım?
Ama bazı hastalıklarla bir zamanlar çok güzel dostluklarım vardı. Ciğerlerime her yıl bir senfoni orkestrası konuk olurdu. Gece gündüz akciğerlerim de en üst perdeden çalışırlardı. Bazen romantik dans müziği bazen de en üst perdeden bir caz! Müzik bendenizin gıdası olduğu için onları çok seviyordum, geceler çok sesliydi uykularım bölük, bölük, soluklarım borazan en üst perdeden olduğu halde. Eskiden beri yazılarımı okuyanlar bilirler o günleri. Hiç ilaç kullanmazdım konuklarıma zarar verecek diye. Yalnızca kendimi beslerdim temiz hava ve nefes alma tekniklerini geliştirerek. Ne teknikler birikiyor inanamazsınız. İnsan her şeyin üzerinden gelebilir aslında kendini bırakmazsa ya… Ve içinde bulunduğu durumu lehine çevirmesini bilirse… Uzun zamandır konuklarım yok artık gelmiyorlar. Sanırım onları korkuttum!
Bu günlerde en yakın arkadaşım önce önem vermedi ama sonunda yatmak zorunda kaldı. O da pirim vermezdi öyle gelip giden virüslere, mikroplara falan. Ama onlar bu ilgisizliği yanlış anlayıp bir güzel toparlanarak, tanklarını, tüfeklerini, bombalarını yüklenerek geldiler. “Sen bizi nasıl görmezden gelirsin” diyerek. Bütün güçleri ile saldırıya geçtiler. Önce direndi arkadaşım sonra boynunu bükerek yere yığılmak zorunda kaldı. Ve o düşünce bayrağı bendeniz devraldım. Bu yüzden iş yerinde birkaç gündür, günde birkaç saatliğine kalıyorum. O toparlanıp bu terbiyesiz zorba istilacıların elinden bedenini kurtarana dek. Bu arada laf aramızda bir sürü şey öğreniyorum. Nasıl güzel bir şey öğrenmek anlatamam, kendimi yenilenmiş gibi algılıyorum ayaklarım yerden kesilmiş gibi oluyor yeni bir şey öğrendikçe. Ve şimdi yeni başka şeyler öğrenmek üzere gitmek zorundayım bu yazı devam edecek diyerek. Sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım. Ayrımsız gayrımsız el ele. Yase
& & & & &
Behlûl Dânâ, bir gün halife Harun Reşit ile karşılaşır. Kendisini tanıyan hükümdar, bu mübarek zata: “–Ey Behlûl! Nereden geliyorsun böyle?” diye sorar. Hazret, hiç düşünmeden: “–Cehennemden geliyorum” cevabını verir. Harun Reşit, şaşırarak tekrar sorar: “–Ne işin vardı orada?”
Behlûl Dânâ anlatır: “–Efendim; ateş lâzım olmuştu. Cehenneme gideyim de biraz isteyim dedim. Fakat oradaki memur bana: “–Burada ateş yoktur” dedi.
“–Nasıl olur, Cehennem ateş yeri değil mi?” diye sorunca: “–Evet; gerçekten burada ateş yoktur. Her gelen, ateşini Dünyadan getirir» cevabını verdi.”
Dehşete kapılan Harun Reşit büyük bir üzüntüyle sordu: “–Behlûl! Ne yapayım ki, oraya ateş götürmeyeyim?” Behlûl Dânâ, hızla uzaklaşırken haykırdı: “–Adâlet! Adâlet! Adâlet!”
& & & & &
Karadutun Hikayesi
Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe, delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yan yana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı aşk beslerlerdi. Fakat aileleri görüşmelerini istemezler, birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı. İki evin arasında gizli bir çatlak vardı aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burada buluşur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler. Tispe ağaca Piremus’dan önce varmıştı.
Gittiğinde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi. Korkarak bir mağaraya doğru koşmaya başladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarbını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup kalmıştı. Kocaman aslan ağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe’nin eşarbını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe’yi öldürerek yediğiydi. Tispe’siz yaşayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına kıymaktı. Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü. Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle yüzleşti. Piremus’un cansız vücudu yerdeydi ve elinde Tispe’nin düşürdüğü eşarbını tutuyordu. İlk önce genç kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir şeyi anlayamamıştı. Ama eşarbı ve uzaklaşan aslanı görünce anladı.
Bir an ve mağarada düşündüğü o korkunç şey başına gelmişti. Ve onun öldüğünü düşünen Piremus aşkı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünmeden hançeri aldı ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hançeri sapladı. Birden vücudu Piremus’un bedeninin üstüne yığıldı. O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına adadılar. Piremus’un kanını bu ağacın meyvelerine, Tispe’nin gözyaslarını ise ağacın yapraklarına verdiler. O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini, (Piremusun kan lekesini), dut ağacının yaprakları, (Tispe’nin gözyasları) temizler… Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğini göreceksiniz…
Günün Şiiri
Her Şey Sende Gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
CAN YÜCEL
Anayasası İnsanın
Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!
Can yasası bu insanın:
Savaşlara yoksulluklara
Ve binbir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!
Us yasası bu insanın:
Suyu şavka döndürüp
Düşü gerçeğe çevirip
Düşmanı dost kılacaksın!
Anayasası bu insanın
Emekleyen çocuktan
Uzayda koşana dek
Yürürlükte her zaman
Can YÜCEL
Günün Fıkrası
El Elin Eşeğini…
Subaşının eşeği kaybolmuş. Eşeğin bulunması için herkes seferber olmuş. Bu arada nasıl olmuşsa, Hoca da aralarına katılmış. Subaşının adamları Hoca’ya: “Efendi, hepimiz birer yana dağılıp eşeği arayacağız. Sen de şu bağların arasına bakıver.”
Hoca başlamış eşeği aramaya… Türkü söyleyerek bağların içine dalmış. O sırada birkaç adama rastlamış. Adamlar: “Efendi, burada ne ararsın böyle?” diye sormuşlar.
Hoca: “Subaşının eşeğini ararım” demiş. Adamlar hayretle: “Bu nasıl arama!” demişler.
“Türkü söyleyip geziyorsun sen?”
Hoca gülmüş: “Eee!” demiş. “El elin eşeğini türkü söyleyerek arar.”
Günün Sözü
Yaşamak dünyadaki en nadir şey… Çoğu insan var oluyor, o kadar!
Oscar Wilde
Dağı yerinden oynatan adam küçük taşları taşıyarak başlar.
Konfuçyüs
Bilim olmadan din topaldır, din olmadan bilim ise kördür.
Albert Einstein