Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yoğun bir sıcak var şu an Gazipaşa’da, asfalt eriten cinsten. Çocukluğumuzda gördüğümüz asfaltlar gibi eriyor, üzerine basmadan ilerlemeniz olanaksız bu yüzden parmak ucunda hızlı, hızlı geçiyorsunuz kaldırıma kadar olan mesafeyi. Buna rağmen sandaletiniz ya da ne giymişseniz yapış, yapış siyahlaşıyor. Çocuklar bisikletlerini sürekli mazotla temizlemek zorunda kalıyorlardı bu yüzden. Ancak bizim burada yani şehir dışında sıcağa eşlik eden birde rüzgar var ki sıcak esmediği zaman baya sevimli olabiliyor. Yani otobüs beklemek veya markete gitmek istediğimizde sıcaktan bunalmıyoruz en azından. Ve çamaşırlarımız onun sayesinde çabuk kuruyor (nem çok olduğunda çamaşır ve saç kurutmak baya bir mesele oluyor burada).
Ve yollar geçen yıl dökülen, şimdi iyice ezilmiş olan mucurlarla kaplı. Yani asfalt yok. Bu yüzden daha rahat sayılabiliriz şehir içine göre. Ancak burada da hemen her gün bir yerler yanar ya da yakılır. Köylüler tarlalarını böyle temizliyorlar. Ve düşünüyorum ki bu rüzgar olmasa biz boğulabilirdik dumandan. Ve yine ne hikmetse rüzgar ne kadar eserse essin bir yerden bir yere sıçramıyor kıvılcımlar gibi… Ve bu sevgili rüzgar hemen her gün sabah saat 9 gibi çıkıyor ve öğleden sonra 2 gibi sanki hiç esmemiş gibi yok oluyor. Hemen hemen her gün böyle oluyor. Bu yüzden eskiden çok sabırsızlanırdım ve kızardım rüzgardan ama şimdilerde onu çok seviyorum. Çünkü onu anlamaya başladığımı düşünüyorum ve o beni düş kırklığına uğratmıyor.
Şu an balkonda oturuyorum panjurlar yarıya kadar kapalı, panjur aralarından güneş ışınları ipileşiyor ıslak saçlarımda sıcaklığını hissediyorum. Ancak bu sıkıntı vermiyor çünkü rüzgar güneşin etkisini azaltıyor. Bugün havuzda ikinci yalnız günüm ancak bugün yurt dışından site komşularımız geldi ve havuzda buluştuk. Ve konuşulacak ne varsa birden konuşup bitirdik. İki saatten fazla yüzdüm. En çok yüzme rekoru bende, kimse kendini yormuyor. Özelikle kulaç atarak yüzmek, ne denizde ne de havuzda öyle düzenli nefes alıp vererek düzenli kulaç atan kimseyi bulamazsınız.
Yalnızca serinlemek için havuza giriyorlar sanki. Neyse iyi de oluyor nerdeyse olimpik olan havuzda dilediğim gibi yüzebiliyorum. Ve her zaman yüzmeye zorla gidiyorum. Yani suratsız, isteksiz, uykulu ya da ruhum bedenimden uzak daha bilmem nerelerde geziyorken. Kendimi bıraksam tembelliğin koynuna oh yatacağım öylece ama hayır diyorum kendini koyuvermek yok. Ve buz gibi duştan sonra buz gibi havuza girince ruhum pat dönüyor gittiği yerden. Ağır başlıyorum ne de olsa daha tam açılamamışım daha sonra yavaş, yavaş mesafeyi artırıp yüzüyorum ve sonra artık tutmayın beni oluyor. Her zaman karar veriyorum bir saat yeter diye ama hiçbir zaman bir saat yetmiyor. Ve bir şey daha dikkatimi çekiyor. Kahvaltısız gidiyorum. Ve hiç acıkmıyorum. Döndükten sonrada çok az yiyebiliyorum (tavsiye edebilirim demiyorum, sakın her bünye değişiktir unutmayın hatta her an değişiktir)
Ve şu an sevgili okuyucularım sıcağın buharını görüyorum karşı dağlarda ve denizin üzerinde… Seraların naylonlarında ve saçlarımda dolaşan rüzgara teşekkür ediyorum.
& & & & &
Aynadaki Aksimiz
O yıl New York’ta kış, Nisan’ın sonuna kadar uzamıştı. Kör olduğum ve yalnız yaşadığım için çoğunlukla evde kalmayı yeğledim.
Sonunda bir gün soğuk hava gitti, bahar kendini gösterdi. Hava coşkulu bir kokuyla dolmuştu. Arka bahçeye bakan pencerenin önünde küçük, neşeli bir kuş devamlı cıvıldıyor, sanki beni dışarıya çağırıyordu.
Nisan ayının değişken havasını bildiğimden kışlık mantoma sarıldım. Fakat havanın ılıklığını içimde hissedince, yün kaşkolümü, şapka ve eldivenlerimi bıraktım. Üççatallı bastonumu alıp neşeyle sundurmaya çıktım ve kaldırımın yolunu tuttum.
Yüzümü güneşe doğru kaldırıp, onu selamlayan bir gülümseme sundum. Sessiz çıkmaz sokağımızda yürürken kapı komşum ´Merhaba´ diyerek seslendi ve gideceğim yere götürmeyi teklif etti: “Hayır, teşekkür ederim. Şu bacaklar bütün kış dinlendi. Eklemlerimin harekete ihtiyacı var. Bu yüzden yürüyeceğim” diye cevap verdim.
Köşeye vardığımda alışkanlıkla durdum. Birinin gelip yeşil ışık yandığında beni karşıya geçirmesini bekledim. Nedense bu sefer, öncekilere göre daha uzun süre beklemiştim ve hâlâ hiç kimse teklifte bulunmamıştı.
Sabırla beklerken, eskiden hatırladığım bir melodiyi mırıldandım; çocukken öğrendiğim ´Hoş geldin bahar…´ şarkısıydı.
Birden güçlü bir erkek sesi konuştu: ´Sesinizden çok neşeli bir insan olduğunuzu hissettim. Sizinle caddeyi birlikte geçme şerefini bağışlar mısınız bana?´ Kibarlıkla iltifat görünce gülerek başımı salladım ve duyulabilir bir sesle ´Evet´ dedim.
Kibarca koluma girdi ve birlikte kaldırımdan yola indik. Yavaşça yolun karşısına geçerken, konuşulabilecek en iyi konudan, havadan konuştuk. Adımlarımızı birlikte atarken hangimiz rehber, hangimiz yardım alıyor, belli olmuyordu. Yolun karşısına varmamıza az kala ışığın değiştiğini anlatırcasına kornalar sabırsızca çalınmaya başladı. Kaldırıma çıkmak için birkaç çabuk adım daha attık.
Ona dönüp, bana eşlik ettiği için teşekkür etmek üzere ağzımı açmıştım ki, ben daha bir şey söylemeden o konuştu: ´Bilmem farkında mısınız? Sizin gibi neşeli bir insanla karşıya geçmek benim gibi bir kör için ne kadar muhteşem bir şey…
O bahar gününü hiç unutmayacağım. Bazen evrende kendimizi en yalnız hissettiğimizde, sıkıntımızı atlatmak ve farklılığımızı ve yalnızlığımızı hafifletmek için Tanrı bize, aynadaki aksimiz gibi bir ikiz gönderir.´
Günün Şiiri
Hüzün Geldi
Türküler bitti
Halaylar durdu
Horonlar durdu
Al damar, mor damar, şah damar sustu
Bahçeler put kesildi birer birer
Meyveler salkım saçak taş.
Bir bulut uçardı
Başı boş bedava
Yandı kül oldu.
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.
Ağaç büyür arkasında koşamam
Kervan yürür peşi sıra düşemem
Yıldız akar uçsam da yetişemem.
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.
Bedri Rahmi EYÜPOĞLU
Ebruli
sen geçtin
duruldu şiirim
şimdi hasretin ince yeli
ölümseyen yüzünde o solgun
ırmağın
sönmüş kır ateşleri
savrulan kül, neyi söyler
zaman, kırgın düşlerle yaralı
aşkın kayıp baharında
kış izleri
önünden geçtiğimiz aynalar
gizlese de karanlığımızı
yollarımız karla kaplı
sessizlik sınır tanımıyor
mavi bir damar
usulca mora eğiliyor
sonra her şey ebruli
Hüseyin YURTTAŞ
Bileği Taşı
Bin bir engelli bir maratondu
Koştum kan ter içinde
Tırmandım durdum yıllar yılı
Karlı bir yokuşu
Dipsiz karanlık bir kör kuyu
Renksiz kokusuz sevgisiz
Ne çok dinledim ben bu ağıdı
Neresinden baksam bugün
Başı bir hoyrat sonu ağlatı
Ne zaman nasıl geçti ilkyaz
Sonrası bir başka yalnızlıktı
Yoruldum yaşlandım yokluğunda
Tükettim temmuzları ağustosu
Yaşam ki bir bileği taşı
Kimini keskinleştirir yollarında
Tüketir kimini bilene bilene
Sol yanım paslanmaz çelik
Bilendikçe kendi kınını kesti
Sağ yanım kar beyaz pamuk yığını
Yıldız sağar gecelerinden
Bedrettin AYKIN
Bir Gülü Sulama Zamanı
Açık mı yüreğinin kapısı sevgilere
Duyuyor musun çağıltısını yaşamın
Yürüyorsa o özsu hücrelerinde
Kaçıncı baharında olursan ol
Vakit hep bir gülü sulama zamanı
Gecikmiş değilsin dinlemeye
Tenin tene sevgiyle her dilden
Söylediği o coşkulu türküyü
Bulur bir gün nerede olsan seni
Sürüp gelir bir yangının izlerini
Tut elinden sokaklara çıkar hüznü
Yoksa büyür sığmaz olur odalara
Konuş onunla havadan sudan söz et
Kuşlardan çiçeklerden istersen
Sadece bir merhaba desen de olur
Gülümse ona bir gün karşılaşınca
Tükenir paylaşılınca yalnızlıklar
Biliyorsun yurtsuz nicedir sevgiler
Geçit verirsen gözlerinin çölünden
Gelir sığınır bir yerinden yüreğine
Bedrettin AYKIN
Günün Sözü
Düşünmeden konuşmanın cezası sonradan düşünmeye mahkûm olmaktır.
GIBBON
İnsanlar tecrübeleri oranında değil tecrübelerinden aldıkları dersler oranında olgundurlar.
Bernard SHAW