Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Seçime iki haftadan az bir zaman kaldı. Meydanlarda liderler birbirlerine verip veriştiriyor. Hakaretler, ayrım içeren konuşmalar, basına sızdırılan tapeler (bu arada bir sürü yeni sözcük öğrendik) havalarda uçuşuyor. Bir yanda gençler ölüyor, bir yanda siyasiler konuşuyor. Siyaset nasıl bir bataklık oldu ki gençler ölürken siyasiler meydanlarda hiç bir şey olmamış gibi konuşabiliyor? Ömrümüzde böyle bir seçim ortamına ilk kez şahit oluyoruz. Yolsuzluklar, ayrım gayrımlar, karşılıklı hakaretler ve yoğun bir huzursuzluğun yaşandığı bir seçim ortamı yaşamamıştık hiç. Oysa bayram havasında geçebilecekken ve gerçekten bayram gününe denk gelmişken… Biliyorsunuz “yumurta bayramı” seçim gününe denk geliyor bu yıl ve doğal olarak yapılmayacak. Ancak yapılsa da yapılmasa da resmen bahar başlayacak onun bizim hırslarımızdan, huzursuzluğumuzdan, korkularımızdan haberi yok ki!
Sanki hepimiz bu ülkenin insanları değilmişiz gibi kamplaştık. Sanki adaylar kapı komşumuz, dostumuz, arkadaşımız değilmiş gibi onlara garip, garip bakmaya başladık. Değişik partileri zenginlik olarak kabul ederken şimdi az alan, çok alana destek olsun, oylar bölünmesin diyoruz. Birbirimizi birbirimizden korumaya mı alıyoruz? Peki, ama neden? Neden bu durumdayız şimdi. Biz kimiz? Bu ülkenin insanları değil miyiz? Günahıyla sevabıyla hayatı paylaşan, aynı gökyüzünün altında aynı yıldızlar altında yaşayanlar değil miyiz? Birimizin canı yansa bizimde canımız yanmaz mı?
Evet canımız yanıyor özellikle şimdi çok yanıyor. Gençler bir taraftan üniversite sınavlarına girecekler ona hazırlanıyorlar. Görüştüğüm, tanıdığım, bildiğim çocuklar çok huzursuz bizler onlara nasıl bir ortam hazırladık bakar mısınız? Dershanelerden bezgin, derslerden ve ortamdan bıkkın geleceğe umutla bakmayan, bakamayan gençlerin ülkesi olduk bir anda. Elimizden gelen tek şey şimdi temiz bir sayfa açmak ve bu sayfayı açabilmek için özgür bir vicdan ile oy kullanmak. Sandığa atacağımız her oy unutmayalım ki bize dönecek.
Ve sevgili okuyucularım ülkemizdeki huzursuzluk hepimizin huzursuzluğu, bu yüzden huzur için, hak için, temiz siyaset için, kul hakkı için, özgürlük, demokrasi için kullanalım oyumuzu diyorum. Zaten seçimlerin amacı da bu değil mi?
Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte seçim sonuçları ne olursa olsun biz bir bütünüz unutmayalım ve önyargıların esiri olmayalım. Unutmayalım ki biz birbirimizin yüzüne bakmak zorundayız bu yüzden birbirimizi incitmekten, canını yakmaktan çekinmeliyiz. Yase
Şubat Güneşi
Çocuklukları çok güzel geçmişti iki kardeşin. Yazın okul kapanır kapanmaz, ailecek babaannelerinin İskenderun’daki yazlığına koşarlardı. Yazlıktaki ev kartpostallardan fırlamış gibiydi. Çamlar arasında toprak bir ev. Yan tarafından akan minik bir dere. Önünde denize dek uzanan çam ağaçları, çam ağaçlarının arasında her zaman üzeri türlü yiyeceklerle dolu bir masa bulunurdu. Arka tarafındaki bahçede ise sebze meyve ağaçları ve bir su çıkarma motoru vardı. Babaanneleri toprakla uğraşmayı seviyordu, dedeleri de kitap, dergi gazete okumayı seviyordu. Ve çevirmenlik yapıyordu. Her zaman elinde bir kitap, gözünde gözlükleri, bembeyaz giysiler içinde çam ağaçlarının arasında oturur, kitabını okurdu.
Anneleri ile babaları deniz kenarındaki toprak evde bir hafta kalıp İstanbul’a dönerlerdi. Yalnız kalan iki çocuk doya, doya yüzerek, meyve ağaçlarını sulayarak, toprağı kazarak, motordan çıkan buz gibi suda banyo yaprak geçirirlerdi günlerini. Kümesleri vardı babaanneleri her gün taze yumurta yemeleri için özelikle o kümesi yaptırmıştı. Ama tavuklar başlarına buyruk ortalıkta dolaşırlardı bütün gün ancak yatmak için kümese dönerlerdi. Ve bu arada yumurtalarını gözden uzak yerlere bırakırlardı. Çocukların sabah ilk işleri tavukları izleyip sakladıkları yerden yumurtalarını toplamaktı. Babaanneleri yumurtaları kendi çıkardığı tereyağında kendi yaptığı peyniri katarak kızartırdı, nefis kokusu yayılırdı ortalığa. Çocuklar kepekli yufka ekmeğe sararak iştahla yerlerdi. Sonra denize koşarlardı.
Dedeleri yalnız denize gitmelerini istemediğinden sandalyesini sahile taşır orada hem kitabını okur hem de onları gözetlerdi. Azıcık açılsalar hemen el kol hareketleri yaparak onları çağırırdı. Onlarda kıyıda boğuşarak yüzmeye çalışırlardı. Gece kitap okurlardı ama bir sayfadan daha fazlası olmazdı hiç çünkü yorgunluktan sızıp kalırlardı. Kuzenleri gelirdi Adana’dan… Arkası Yarın