Değerli okurlarım, olimpiyatlar önemli hadiselerdir. Olimpiyatların bir ülkede yapılacak olması, o ülkeye artı puanlar kazandırır. Bundan önceki olimpiyatlarda bunu açık seçik gördük. Bundan sonra da aynı minval üzere göreceğimizden eminim. Biz ne düşündük? Şu kadar milyar dolar ülkemize para girecek. Şu işlerimizi yaparız, bu işlerimizi hallederiz. Falan filan…
Paradan rahatlıkla söz ediyoruz da, şu ifadeleri kullanamıyoruz nedense..! “Olimpiyatlar devam ettiği sürece, dünya televizyonları ülkemizi izleyecek, Türkiye’nin ne denli bir ülke olduğunu, güzelliğini tüm dünya ezberleyecek…” Bu sözleri söylemek o kadar mı zor? Milletin gözü dönmüş, mal, mülk, paradan başka bir şey düşünmüyorlar ki! Oylamayı kazansaydık, iki kıtayı birleştiren en kadim şehir olarak İstanbul, beş kıtaya birden bir meşale yakacaktı. Hangi koşulda olursa olsun, İstanbul dünyaya anlatılacaktı. Bu anlatım onu bilmeyenler için çok önemli olacaktı.
Hiç savaş yaşamamış ülkeler, üzerinde sayısız meydan savaşlarına sahne olmuş ve dünyanın en büyük şehirlerinden eski ismiyle Kostantinopolis’i görmeyi çok isteyeceklerdi. Finale kaldık ama kazanamadık! Ya kazansaydık? İstanbul kendine çeki düzen verecekti. İslam ülkelerine has bazı olumsuzluklar, göze hoş gelmeyen tutarsızlıklar (köpeklerin dolaşması, dilenciler, seyyar satıcılar vs.) olmayacak, muhtemelen ısrarcı olanlar da ya biber gazı ile ya da tazyikli su ile buhar olacaklardı.
Anlatmak istediğim, benim bildiğim İstanbul’un belli başlı semtleri kendi dillerine göre bir şeyler söyleyip kükreyeceklerdi. Kim bilir? Karagümrüklü Ördek Ali, Kasımpaşalı Çamur Nuri, dünya insanına ayıp olmasın diye ceketlerini omuzlarından alıp giyecekler, İstanbul beyefendilerine hürmette kusur etmeyeceklerdi. Tahtakale’ye gerçekten nur yağacak ve tüm ikinci el giysiler daha bir ucuzlayacaktı. Beyazıt’ta, pişmiş tavuğun tabak içindeki duruşunu, artık kaşıkla değil de çatalla kızarmış pilici didikleyecekti.
İstanbul’a herkes kurban olsun diyerek korkusuzca ve yeni sloganlar eşliğinde alabildiğine naralar atarak, gönüllerince ve haraç alamadıkları kurum ve kuruluşlara postalar koyacaklardı. 2000 yılında kazanılan UEFA Kupasını, Galatasaray Kulübü Boğaz Köprüsünün en görkemli yerine koyarak dosta düşmana hava atacaklardı.
İki kıtayı birbirine bağlayan 15 milyonluk en kadim şehir İstanbul, bu ahvallerden mahrum kaldı. Yazık kere yazık! Neden böyle oldu biliyor musunuz? Yarın anlatacağım.
Mutlu olun, mutlu kalın… SAYGILARIMLA