Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Mağfiret ve Rahmet ayı olan Ramazan ayı geldi. Bu yılda korona hanımla birlikteyiz hatta o kadar ki sarmaş dolaşız ki hepimiz kırmızıyız. Nihayet alınan bir dizi önlemler açıklandı nazlı nazende… Açıklanacak açıklandı derken Ramazan ayında 3. gün oldu bile. Üstelik alınan önlemlerin koruyuculuğu da tartışılır. Yani suçlu 82 milyonmuş. 82 milyon suçlu ile uğraşmak nerdeyse olanaksız, bu yüzden de işimiz çok zor görünüyor! Yalnız korona değil üstelik derdimiz. Keşke öyle olsaydı! Eğer ekonomik durum bu kadar bozuk olmasaydı, yolsuzluk, işsizlik, pahalılık, vurdum duymazlık, ayrım gayrılık, kayırmacılık, adaletsizlik, bu kadar olmasaydı, korona hanımla baş etmek çok kolay olabilirdi. Ve biz bu ortamda oruç tutuyoruz! Korkumuz büyük. Bu ayın Rahmetinden ve mağfiretinden ne kadar dilenebiliriz bilmiyorum ya da hakkımız var mı bunu istemeye? O kadar kirliyiz ki, o kadar her türlü kötülüğe bulaşmışız ki?
Ancak yine de dönüp gelip başımız önümüzde Allah’ın adaletine sığınıyoruz. Çünkü her şeyden ümidimizi kesebiliriz ancak bir tek Allah’ın adaletinden umut kesemeyiz. Belki af olunur ve kötülüklerden bir soluk olsun uzaklaşırız bu 30 gün içinde. Yani bendeniz böyle olmasını diliyorum… Ancak bunun olacağına inanmıyorum. Çünkü yolsuzluk, hukuksuzluk, hak yeme, yalan dolan, iftira, vahşet, dev bir ahtapot gibi her tarafımızı sarmış durumda. İslam adına yapılan vahşet saniye başı yaşanıyor. Kızlar, pazarlarda satılıyor, öldürülüyor, ırzına geçiliyor, akla hayale gelmeyecek işkenceler yapılıyor. Benden değilsin diye ülkeler ateşe veriyor, her gün yüzlerce mülteci “gâvur” dedikleri ülkelere gitmek için karanlık denizlerde can veriyor. Aylan bebekler karaya vuruyor. Rüşvet, yolsuzluk sokaklara dökülmüş, faturalarımıza bile yansımış. Elektrik, su, telefon, internetlerimize kadar bütün faturalarımız normal ücretlerinin dışında haksız olarak faturalanıyor, cebimizden haksız paralar alınıyor her ay, ön yargı, iftira hayatımızın odağında. Yoksulluk, diz boyunu aştı. Eşitlik, paylaşım, insani değerlerin adı kaldı sadece. Yani o kadar kirlendik ki, bu otuz gün içinde acaba ne kadar temizlenebiliriz? “Allah samimi kullarını bağışlar” diyor Kutsal kitap. Ya biz, ne kadar samimiyiz, çamura, batmış debelenirken?
Tabi ki bütün bunların uzağında olanlarımız var, samimi kendi halinde olanlar. Onlar samimi olarak ellerindekini paylaşırlar, ibadetleri gösterişten uzak, bağışları gözden ırak, gönülden olur, yürekten karınca kararınca. Lükse, gösterişe uzak… Yoksulluğa ve yoksula yakındırlar, insanları sen ben diye ayırmaz. Ellerine, bellerine, dillerine, hâkim olurlar. Onlara atılan iftiraları Allah’a havale ederler.
Ve onlar aslında yılın 12 ayı oruçturlar; yalandan, dolandan haksızlıklardan, kötülüklerden, iftiradan, yalandan, alın teri dökülmemiş paylaşılmamış paradan, zenginlikten uzaktırlar.
Bendeniz küçükken sokağa çıkarken kendimi gözle görülmeyen bir çember içinde düşünürdüm, dışarıdaki bütün kirden, pislikten, gözden, sözden koruyan. Neden dilerdim o zaman böyle bir şeyi bilmiyorum? Ama şimdi kocaman bir insanım ve rabbimden dileğim yine bu zırh, ama şimdi neden dilediğimi biliyorum; bulaşmasın eteğime ayağıma, elime, gözüme, gönlüme yalan dolanın haksızlıklar ve hak yemelerin çamuru, kiri pası.
Ve sevgili okuyucularım imanın ve paranın kimde olduğunu kimse bilemez derler ama. Şimdi her şey göz önde maşallah… Işıl ışıl saraylar, muhteşem hanlar hamamlar, arabalar, uçaklar. Gözümüzün önünde buna rağmen gerçek zengin ve gerçek dindarın kim olduğunu bilemeyiz ve zaten bilmemize de gerek yok. Ama herkesi bizim gibi düşünüp Ramazan ayının hepimize sağlık ve sevgiyle gelmesini ve günahlarımızın bağışlamasını diliyoruz. Gösterişten uzak. Allah yakın.
Ve şimdi her zamanki gibi, sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım, hep birlikte her zaman ayrımsız gayrım sız. Yase
& & & & &
Bir Ramazan Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hiç kimsenin duymadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar büyük büyük işler yaparlarmış; daha doğrusu öyle olduğunu zannederlermiş. İşleri büyük olunca, her anları çok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi görmez olmuş ülkede… Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; büyük işlerin adamlarıymış onlar!.. O yüzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hiç ilgilendirmezmiş güneş… Ne bahar geldiğinde kırlarda açan papatyalar, ne sonbaharda dökülen yapraklar dokunurmuş yüreklerine… Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış öncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda köşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda köşede kalırmış onlar için…
“-Hayat, bu işte!..” derlermiş. “Hastalanırsan devre dışı olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gücünün azalmasıdır.”
Fakirler içinse kimse tek lâf etmezmiş. Onlar, hiç yokmuş bu ülkenin gündeminde…
Gel zaman git zaman; bir gün sokaklarda tellâllar bağırmışlar.
“-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûçâr olmuştur. Herkes, şifası için elinden geleni yapsın; duâsı makbûl olanlar el açsın; şifâdan anlayan hekimler saraya adım atsın!..”
Pek duâ eden olmamış ama; “Nasıl şifa oluruz?” diye düşünen hekimler, ülkenin dört bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne görsünler; padişah kocaman olmuş!!! Masal bu ya; padişah yemek yemeye çok çok düşkün bir adammış.
“-Ülkeyi yöneten adam öyle mi olurmuş?” demeyin, masal işte!
Padişah yemek yiye yiye hasta olmuş; vücudu kocaman olmuş. Artık ne oturabiliyor, ne kalkabiliyormuş. Hiç kımıldamadan öylece yatıyormuş padişah!.. Sanki midesi dağ olmuş. Öyle büyümüş ki, midesi, bedeninde kalbine hiç yer kalmamış. İşe bakın siz, mide büyüyünce, kalp küçülür, katılaşırmış.
Hekimler, padişaha ilaçlar yapmışlar. Az yesin diye midesini küçültmeye çalışmışlar, ama kâr etmemiş. Hele kalbi için kimse bir şey yapamamış. Belki beslenir de büyür diye, gözyaşı takviyesi yapmışlar damarlarından. Nâfile, o da işe yaramamış.
Padişahın yakınları ümîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim: “-Allah’tan ümit kesilmez!..” demiş. “Bu sözümü yabana atmayın! Ümit, kulların en sağlam ipidir.”
Onlar da, ümitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu güzel ve mânâ katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gün, siz deyin beş ay, devam etmiş.
Bir gün, ülkenin sınırlarından içeriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, âsası olanlardan değil, gözü ve gönlü yaşlı olanlardan… Lâkin, kimse bilmezmiş gözünden çıkan yaşları, gönlündeki sızıyı… O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah’ın yol verdiği bu ülkede.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Geçtiği dereler-tepeler şenlenmiş. Yol boyu ağaçlar, serçeler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir başkalık olduğunu… Ağır ağır yürüyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık ülke insanlarına inat, her âna anlam katıyormuş. Güneşe gülümsüyor, karıncalara yol veriyormuş. O yürüyor, ardından bir “huzur” rüzgarı bırakıyormuş efil efil… Böyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup derin derin içlerine çekmişler huzur rüzgarını. Hayat yavaşlamış ülkede. Bir adam, tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sözsüz, kelâmsız?! Şaşırmışlar… Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam, tebessüm etmiş: “-Ramazan…” demiş.
Ramazan’ın yürüyüşü devam ediyormuş. Ünü her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Ümidi kuşanmış saray halkı, Ramazan’ı bir lutuf saymışlar ve saraya dâvet etmişler.
Saraya giren Ramazan, lükse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri çoktan ülke gündemine düşmüş gerçi fakirler… Ama, bu israf kanına dokunmuş; üzülmüş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp götürmüşler, hasta padişahın huzuruna… Ramazan, içeri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişaha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!…
Padişahın yakınlarına dönmüş Ramazan; “-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. Mânevi âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz.”
“-Peki, çare nedir?” diye sormuşlar.
“-Çare Allah’tır, Allah’tandır. 30 gün, 30 gece kalacağım bu ülkede… İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duâları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek bütün insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!”
“-Vaktin oğlu mu?” demişler, şaşırmışlar.
“-Biz ona «ibn-ül vakt» deriz. Ancak bu hâle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her köşesinde… Böylece, kalbin her atışı bir hayra alâmet olur.”
Sonra padişaha dönmüş, Ramazan: “-Sen de biraz iyilik yap. Hâl-hatır sor güle, böceğe!.. Tâ ki, kalbinin ‘tıp tıp’larını duyasın…”
Bunlardan sonra, saraydan çıkmış Ramazan. Ardında, rüzgarını bekçi bırakmış. Ülkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını dolaşmış. Bir ay sürmüş yolculuğu… Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ülkeyi. Bir dahaki seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine düzen, yine sekînet getirmeyi…
Burada da masal bitmiş.
“-Bu masalda hiç mi kötü yok?” diye sormayın. Ramazan bir yere geldiğinde; bütün kötüler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gökten üç rahmet inmiş; biri padişahın cılız kalbine; biri “vaktin oğlu” olabilenlere, biri de Ramazan’ın rüzgârını yüreğinde hissedenlere…
Kübra Akbet – Şebnem Dergisi, Sayı 20
Gitme diyebilecek kadar güçlü olmalı insan Hayat ta Çünkü hiç kimse, kaybettiklerini unutabilecek kadar güçlü değil aslında.
Günün Sözü
Tanrı Tutunamayanlardan Rahmetini Esirgemesin
Oğuz ATAY