Söylemek, konuşmak anlamlı Arapça nutuk sözcüğünden gelen “mantığın” kök anlamında; söz, sözün anlamı veya anlamlı söz bulunuyor.. Anlamlı sözün batı dillerindeki karşılığı “logos” olarak veriliyor ve kökü “logos” olan diyalog, karşılıklı konuşma oluyor..
Diyalektik kavramı, Felsefi Terimler sözlüğünde “fenni münazara, ilmi cedel” anlam karşılığıyla tanımlanıyor.. Ki bu tanımdan diyalektik kavramının, “karşılıklı görüşlerin fen veya ilim disiplini içinde tartışıldığı” bir konuşma sanatı olduğu da anlaşılıyor..
“Konuşanın temel olarak aldığı bir şeyden daha uzak olan yer veya şey” anlamında tanımlıyor TDK; “ötekileştirme” kavramının kökünde yer alan “öte” sözcüğünü.. “Öteki” sözcüğünün anlamını ise; 1.“Bilinenden, sözü edilenden ayrı, öbür.” 2.“Sözü edilen veya benzer iki nesneden önem veya konum bakımından uzakta olan” şeklinde yapıyor..
İyi de, sözü edilen nesne değil de özne anlamında bizatihi insansa? İnsanın bir başka insana kıyasla “özü” bakımından öteki olması söz konusu edilebilir mi? Bu sorunun yanıtı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin birinci maddesinde; “Bütün insanlar hür ve eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler; birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdırlar” cümleleriyle yer alıyor.. İnsanlığın “kardeşlik hukuku” içinde yaşayabilmesine yönelik bu yargı, insanın “ahseni takvim / en güzel kıvamda” yaratıldığına olan inancın, diğer söyleyişle her insanın iyiyi, güzeli, doğruyu içeren bir öz, Tanrısal bir nefha sahibi olduğunun da beyanı oluyor.. Buradan da; “insani değerler tümlüğü açısından hiç bir insanın özü, önem ve konum bakımından diğer bir insana kıyasla öteki değildir ve olamaz” sonucu çıkıyor.. Peki ya biçimsel bakımından? İnsani değerler tümlüğü açısından, biçimsel anlamda her insan; insani özün farklı biçimlerdeki tezahürü olarak kabul ediliyor.. Ki zaten, hiçbir insana farklı önem ve konum atfedilmeden her insanın “yasalar önünde eşitliğinin ve eşdeğerliliğinin” evrensel hukuku da bu kabullerle oluşturuluyor..
Sonuç? Sonuç şu: Öz ve biçim açısından hiçbir insan diğer bir insana kıyasla öteki olmadığına göre yanlış olan insanların ötekileştirilmesidir.. Ve fakat biçimsel farklılıklarımızdan hareketle kendimize atfettiğimiz veya bize atfedilen önem ve konum bakımından bir başkasına göre öteki olduğumuz gerçeğini yaşadığımız, dolayısıyla ötekileştirdiğimiz veya ötekileştirildiğimiz de bir hakikattir! Hemen söylemeliyim ki ben, sonuçta yanlış olan bu gerçeğin sanki doğruymuş gibi halen devam etmesinin nedeninin; tarihsel süreçte bilinçaltımıza yapılan önem ve konum atıfları veya yaftalamaları olduğunu düşünüyorum.. Ve fakat “Freud” türü bir takım öznel yargılar sıralayıp sanki insani özümüzde var olan kökleşmiş bir şeymiş yanılsamasıyla psikoanalistlik yapacak da değilim! Kaldı ki, bu tür yorumların önyargı içeren düşünsel fanteziler ötesinde bir anlamının olduğunu da sanmıyorum.. Çünkü ben, ötekileştirme veya ötekileştirilmenin bilinçaltımıza yerleşmesinin; “1.Bir şey ne ise odur. Her şey kendisiyle aynıdır. 2.Bir şey ya kendisidir ya başka bir şeydir. Bir şey hem kendisi hem de aynı anda başka bir şey olamaz. 3. Bir şey ya kendisidir ya başka bir şeydir. Üçüncü bir hal düşünülemez!” bağlamlı iki bin küsur yıllık “değişimin mutlak olduğunu yok sayan” Aristo mantığından kaynaklandığını düşünüyorum.. Dolayısıyla bulunduğu statünün değişmezliğini, Aristokratik bu mantığa dayandıranların, her türden farklılığı ötekileştirme nedeni varsayarak yaftalama yaptıklarını söyleyebilirim.. Mesela, “diyalog ve hoşgörü” yoksunu bu Aristokratların, “Bir şeyi ya öveceksin ya yereceksin! Bizi yeriyorsan ötekilerdensin!” yargılarına karşı; “ya övülecek bir şeyde yerilecek veya yerilecek bir şeyde övülecek bir durum da varsa?” sorusuna verdikleri “üçüncü bir hal düşünülemez! Bu nedenle hiç düşünmeden yaftalayıp öteleyeceksin!” yanıtında ötekileştirmenin yanlış mantığının da görülebilinir olduğunu düşünüyorum..
Oysa üçüncü bir halin” düşünülebilir olduğunu kanıtlayan diyalektik akıl yürütmesine göre; doğada her şey her an içinde değişmekte hem o, hem başka şey olmakta ve nicel değişim süreci sonunda, nitel başka bir şey olarak açığa çıkmakta..
Ve fakat açığa çıkanı görebilmek için önce Aristokratik mantığımızla ötekileştirdiklerimizi, demokratik mantık içinde farklılığına tahammül ederek kabullenmek, dinlemek, tartışmak gerekir diye düşünüyorum.. Buradan demokrasiyi, “ya o, ya bu” dayatmalarından uzak, düşüncelerimizin karşıtı düşüncelere sahip kişilerle, yani ötekilerle birlikte, ötekileri ötelemeden barış içinde bir arada yaşayabilmek sanatı olarak tanımladığımızda; değişerek geliştiğimiz, gelişerek değiştiğimiz bireysel veya toplumsal yaşamımızda ötekilerle etkileştiğimiz bir sentezleme süreci anlamında diyalektiğin de daha kolay anlaşılacağını umuyorum.. “Diyalektik” düşünmenin anayasası; “1.Her şey birbiriyle ilgilidir,” ilkesiyle başlıyor ve “2.Her şey değişir, 3.Nicel birikimsel değişim nitel değişikliğe neden olur, 4.Değişimin nedeni çelişme, içtedir” şeklinde devam ediyor..
“Tez, anti tez, sentez ve her sentez yeni bir tez” bağlamlı gelişmeyi “zıtların birliği ve mücadelesinde” gören diyalektiğin ilkeleriyle düşünüldüğünde, değişmenin gelişmeye yönelik iyi, güzel, doğru veya çürümeye yönelik kötü, çirkin, yanlış görünümlerinde; ötekileştirmenin aslında biçimsel farklılıklar üzerinden bir yaftalama olduğu da fotoğraflanıyor diye düşünüyorum..
Selam ve saygılar…
Öğretmenim çok güzel yazmışsınız!