Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Aç olmakla değil ama bile isteye aç kalmakla varoluş arasındaki güçlü bağlantı, çağdaşlarımız tarafından görülemiyor ne yazık ki” diyor Cündioğlu da, Ramazan iklimini paylaştığı söz konusu makalesinde… “Tüketim toplumunda açlığın faziletlerinden konuşulabilir mi?” diye soruyor ve yanıtlıyor: “Ey talib, sorduğun için söylüyorum: Orucu ne kadar ve nasıl tuttuğun çok önemli değil, asıl önemli olan, orucu nasıl açtığın. Sen, Muhammed’in yetimlerinden ol, orucunu, asıl açarken tut!”
Gürcan arkadaşımın geçen günkü “orucu açarken tutmak” başlıklı yazısının son buketi… Okuduysanız yazının tamamını, ne kadar muhteşem ve tüyleri diken-diken bir yazı olduğunun ayrımına varmışsınızdır. Özellikle Cündioğlu kendi sorusuna, yine kendinin verdiği yanıt “Sen, Muhammed’in yetimlerinden ol, orucunu, asıl açarken tut” cümlesi.
Orucu açarken tutmak nasıl bir şeydir? Eğer geçmişe ait bir şey anlatırsam bu soruya yanıt olabilir mi? Rahmetli annemden duyduğum ve hiçbir zaman aklımdan gitmeyen ve her orucumu açtığımda onu düşündüğüm ve ona göre davranmaya çalıştığım belki sizinde bildiğiniz?
Hz. Muhammet’in kızı sevgili Fatıma anamız Ramazan ayında iftar için ekmek açıyormuş. Tam iftar vakti kapıya bir ihtiyaç sahibi gelmiş ve ekmek istemiş Hz Fatıma bir ekmek vermiş ardından biri daha, ardından biri daha gelmiş ve sonunda ailenin yiyecek ekmeği kalmamış. Ehlibeyt orucunu bir hurma ve su ile bozmuş. Ve durum sahurda da aynen devam etmiş.. Bütün Ramazan ayı boyunca Hz. Fatıma ekmek açmış, ekmek dağıtmış, ağzına bile almadan.
Annem bunu anlatırken daha on iki yaşlarında falandım. O zaman gözyaşlarına boğulmuştum. Azıcıkta isyan etmiştim “neden bir tane ayırmadı Hasan’la Hüseyin’e diye.” “Orucu açarken tutmak” aslında bu değilse nedir? Nefsine sahip olup elindekini, ağzına giderken ki lokmayı paylaşmak değil midir? Ve bizler, aslında yoksulluğun fazlası ile yaşandığı dünyadan söz etmiyorum, yanı başımızdaki, diz boyu yoksulluktan söz ediyorum. Arka sokaklarda yaşanan ve hepimizin bildiği gördüğü yoksulluğu, görmemiş gibi yaparak şaşaalı sofralarda yemek yerken hangi oruçtan söz ediyor olabiliriz?
Tabi haddimize düşmemiş Hz. Muhammet’in, yetimlerin tuttuğu orucunu tutmak. Ancak en azından onları örnek alıp paylaşmayı ve abartmamayı, hiçbir şeyde, elinde, dilinde, belinde, aklında, fikrinde yapabiliriz. Yalnız Ramazan ayında değil her zaman yaşam tarzı yapabiliriz. Ancak tüketim toplumunda bunu yaparsanız, modası geçmiş bir akımın temsilcilerinden biri olmakla suçlanırsınız bu kesin.
Ve paylaşım konuda aynen yaşanmış bir anekdot. Annemin bize Hz. Fatıma’nın dağıttığı ekmekleri anlattığı günün üzerinden bir hafta sonrasına ait. Biz çocukken büyük iki katlı bir evde yaşardık, geniş bahçesi olan ve alt katta kocaman bir mutfağı. Rahmetli annem ve rahmetli ablam biz küçükken ekmek yaparlardı saçta. Bir sabah erkenden uyanmış, ekmek açmış, havalandırıp yerine yerleştirmişlerdi. Sonra rutin işlerine dönmüşlerdi. Biz, çocuklar bahçede oynuyorduk.
O zamanlarda kapıya ihtiyaç sahipleri gelirdi sık sık. Oynarken acıkınca ekmeğin yanına kocaman bir domates alıp iştahla dişleyerek yerdik. O günde abim ekmek almak için içeri girdiğinde kapıya bir ihtiyaç sahibi gelip ekmek istemişti. Bizde hemen bir tane vermiştik. Daha o gitmeden başka biri gelmişti ona da vermiştik. Bizi çocuk gören açıkgöz ihtiyaç sahibi kadın her saniye bizden bir ekmek isteyince kuşkulanmamıza rağmen yine vermiştik. Derken iki kadın bütün ekmekleri bize taşıtmış torbalarına yerleştirmişlerdi.
Elimizde kendimiz için sardığımız ekmeği bile almışlardı. Akşam annem ekmek almak için aşağı indiğinde gözlerine inanamamıştı. Yüklükte bir tane bile ekmek kalmamıştı, üstelik yemeğe misafir vardı. “Çocuklar bu kadarını yiyemez ne oldu bu ekmeklere” diye ablama sorarken abim ile ben ekmekleri iki kadına verdiğimizi itiraf ettik. Amacımızın yalnızca yardım etmek olduğunu anlamıştı annem. Ama o açıkgöz dilencinin davranışı da çok kötüydü doğrusu.
Annem bir şey demedi bize. Ancak bir daha bir şey verirken ona sormamızı sıkı sıkıya tembihlemişti. O zaman vermenin erdemini biliyorduk annemiz anlatmıştı, Fatıma anamızda vermişti ekmekleri! Ancak alanın açık ve açgöz olduğunu bilmiyorduk. Şimdi bile tam anlamı ile bilemiyoruz ne yazık ki. Ancak buna rağmen bizim yapmamız gereken şey her zaman paylaşmak, paylaşmak, paylaşmak. Ve başkalarını imrendirecek davranışlardan her türlü ihtişam ve zenginliği vurgulamaktan kaçınarak.
Ve bu sabah güzel bir şeyler olacak diye uyandım. Hafif uçucu. Bazen böyle olur insan bir şeyler bekler ne beklediğini bilmeden. Ne zamanki Gürcan arkadaşımın yazısını okudum işte beklediğim buymuş dedim. Ellerine yüreğine sağlık sevgili Gürcan arkadaşım.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım hep birlikte. Mesajı bugün elimdekine vereceğim ve verdim. Şimdi bir lokma ama bir damla suyla değil bol suyla orucumu açacağım çünkü böbreklerim rahatsız. Ve su hayattır bunu unutmamak gerekiyor. Yase
& & & & &
ÇOBAN VE AĞAÇ
Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: “Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık”. Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur’an’ını okumaya koyulurdu.
Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken: “Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi.” Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan. Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.
Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini.
Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı. Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken: “Canım” dedi, hıçkırıp ağlayarak.
“Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan’ın ilk günü olduğunu?”
Günün Şiiri
Acıya Kurşun İşlemez
Sabrın çalkalanıp taştığı sulardadır
Çığlıklarla parçalanmış uykularda
Buruşturulup atılmış aşklarda
Ve çalınmış mutluluklardadır
Ses ile yürek
Büyük rüzgârların o yanık şarkısı
Hâlâ yükselir içimizden dağılır
Coşkunun doruklarında sürer yankısı
İlk kurban adanırken bir nehire
Korkunun ilk nişanında başlamıştır
Gözyaşının ilk damlasından kalma
Yaslı baharlarla gelmiştir bugüne
Kanla yazılan yasalarla
Açlığın otağ kurduğu sabahlarla
Ve sonuçsuz kalan ahlarla gelmiştir
Acıya kurşun işlemez artık
Ölüm bile bu acıyı cellat bilmiştir
Yok bundan böyle ter yarası
Zincir tutsaklığı ve sabır
Kırbaç yalvartması sessizliğin
Can pazarı ve kahır yok
Her şey yaşanan şu gün gibi gerçek
Adımız halk olduğu günden beri
Bir direnç olmuştur bizde sevinçler
Şimdi acının her kuraklığında
Onlar
Yüreğimizin ovalarına çiselenirler
Boşuna değil bu ölürcesine sevmek
Ve ölürken bile yürümek
Boşuna değil
Hep yatağı olduk tarih ırmağının
Yenilgilerle durulmanın
Zaferlerle köpürüp kabarmanın
Ama hiç bir zaman
Anası olamadık geçmişi doğurmanın
Yıldızlar ve sular tanıktır bize
Aç ve kavruk bir memeden
Direnmeyi yudum yudum emen
Bir çocuk gibi öğrendik
Ve direndik
Ordular kurduk türkü renklerinden
Bütün ağıtları bir hücumda yendik
Acıya kurşun işlemez artık
Biz yaşamayı zulümsüz sevdik
Adnan YÜCEL
Ayet ve Hadis
Ramazan ayı ve orucu ruh ve beden sağlığına, ferdi ve içtimaî hayata bakan yönleriyle pek çok hikmet ve faydalara sahip olsa da hadis-i şerifte geçtiği üzere mü’minler onu yalnızca Allah’ın emri olduğu ve neticede de o’nun rızasına kavuşturduğu için eda ederler. Nitekim bir kudsî hadiste Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Ramazan orucuyla ilgili olarak Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu bildirmektedir: “Oruç dışında insanoğlunun her ameli kendisi içindir. Oruç ise benim içindir ve mükâfatını da ben vereceğim.”
(Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)