Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Tiyatro benim için sinemadan ve dizilerden çok ama başka bir başka. İstanbul’da kar kış demeden tiyatrolara koşturduk durduk Emre ve arkadaşlarımla. Orada gerçekten tiyatroya gitmek istiyorsanız ufak bir yolculuk yapmayı göze almanız gerekiyor. Ve biz tiyatro ahlakı ve saygısı olan sevdalılar başlama saatinden iki saat önceden evden çıkıyoruz. Bazen, bazen de bir saat kala çünkü tiyatro ahlakı oyun başlamadan en azından beş dakika önce salonda olmayı gerektiriyor, sinemada ve konserlerde de bu böyle olmalı. Oyun başladığında ya da film başladığında gelenlere hiç anlayışlı olamıyorum doğrusu. Herkes saati biliyor ona göre gelsin diye düşünüyorum. Öyle önünüzden ayaklarınıza basa, basa karanlıkta geçmezler mi üstelik ne bir affedersiniz ne bir özür babında bir sözcük. Hep düşünürüm bu tür insanlar tiyatroya neden gider? Biz öğrenciyken geç kaldığımızda ancak ara verilince girerdik oyuna ancak ikinci bölümünü izlemeye. Ve hala İstanbul’da geç kalanlar çoğu yerde içeri alınmaz. Ama İskenderun’da? Beldelerden bile gelseniz yine yetişebilirsiniz isterseniz. Ancak geç kalmak İskenderun halkı için çok olağan. Her zaman bundan şikâyetçi olmuşumdur. Sinemada olsun tiyatro da olsun konserde olsun paneller de konferanslarda bile hep geç kalabilirler.
Hep derim ki kendime… Her şeyden önce saygı gelir. Yaptığımız iş ne olursa olsun önce saygı göstermemiz gerekiyor. Saygı göstermediğimiz bir şeyi yapmaktan kaçınırım ve yapmam, zorla yapmam gerekiyorsa bile yapmak zorunda olduğum içinde saygı duyarım çünkü aslında gösterdiğimiz saygı karşımızdakine, kendimize duyduğumuz saygının yansımasıdır. Yani her şey insanın kendisi içindir. Kimse kimseye bir şey yapıyorum diyemez herkes ne yaparsa kendi için yapar. Bazen bunu kabul eder bazen de kaçar. Önce aileler. Çocuğu kendi için yapar sever, büyütür ve hep kendi için kalsın ister. Bir türlü kabul etmez büyüdüğünü ve artık bağımsız bir fert olduğunu, kabul etmiş görünse de…
Bir anne eğer evli barklı çocuğunun telefonu çalınca kendisi açıp karşıdaki ile konuşup oğlu için kendisi karar verebiliyorsa, çocuğunun bütün itirazlarına rağmen! Nasıl bu anne kendisi için istemiyor her şeyi diyebiliriz. Onun gerekçesi var. Çocuğunu korumak, evli barklı iş güç sahibi olsa da çocuk korumak… Bir türlü onun kendini koruyabileceğini kabullenmek istemez. Çünkü o zaman iplerin elinden kaydığını düşünür.
Ve bizim toplumda ataerkil görünmesine rağmen aslında anaerkil olan bir toplumda anneler kendi annelerinden gördüklerini çocuklarına aktarırlar. Onlarda kendi çocuklarına… Çok azı hariç! Ve işte o zaman evde huzur kalmaz, özgür bir iradeye kimse katlanmaz çünkü. Ortak bir paydada buluşuyor olmak bile yetmez. Özgürlüğü savunan ferdi hoş göstermeye.
En eğitimlilerimiz bile bunu yapmıyor. Görüyorum çocuklu komşularımızdan herkes çocuk olmuş çocuğu ile. Ve kendi çocukluğunda yapmadığı her şeyi çocuğu ile birlikte yapmak istiyor. Ama kendi çocuk değil artık bunu unutuyor? Çocuğundan rol çalmaya çalışıyor. Yani benim gördüğüm şimdilerde, evlerde çocuklar ve çocukluklarını yaşamak isteyen büyükler var. Çocuklar kendileri çocuk olduklarını biliyorlar ama büyükler, kendilerini çocuk olmadıklarını bilmiyorlar.
Hep kendi bildikleri hep kendi yaptıklarını empoze etmeğe çalışıyorlar çocuklarına ve aslında hepimiz sevgi adına çok hatalar yapıyoruz. Ve yapmaya devam ediyoruz. Ve sevgili okuyucularım hatalarımızı saymaya devam edersek sayfalara sığmayacak. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım diyorum yine geç kaldım yine bekliyor insanlar. Birlik ve beraberlikle kalalım hep birlikte… Yase
& & & & &
Kötü Huy Diken Gibidir
Mevlana hazretleri, Mesnevi’de kötü huyun insanın nefsine ve çevresine nasıl bir eziyet yaptığı hakkında şöyle bir hikaye anlatır: Huysuz adamın biri bir gün herkesin gelip geçtiği yol üzerine dikenli çalılar diker. Yoldan geçenler her ne kadar “Bunları buradan sök at” dese de o bunların hiçbirine kulak asmaz. Yine kendi bildiğini okur. O dikenli çalılar büyür yoldan geçen halkın ayağına takılır, onlara eziyet eder. O yoldan geçenler perişan olur. Bu durum valiye kadar intikal edince vali onu yanına çağırır. Dikenleri sökmesi için emreder. O da sökerim diye söz verir; ama bugün yarın diye ertelemeye devam eder. Ne sökmem der ne de sökmeye teşebbüs eder.
Bir gün vali onu yanına çağırır; “Verdiği sözde durmayan adam, emrimi uygula!” diye sıkı sıkı tembihler. Ağır ikazlarda bulunur. Çalıları diken huysuz adam da şöyle der: “Önümde hayli günler var. Merak etme nasıl olsa günün birinde sökerim.” Vali ise çabuk olmasını söyler ve onu uyarmaya devam eder. Ama adam sözden anlamaz. Dikenler de kök salıp büyümeye devam eder. Mevlana, hikayenin bu kısmında bir işi yarına ertelerken zamanın su gibi akıp gittiğini söylüyor ve; “Her gün sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama günler geçip gittikçe o dikenler daha da kuvvetleniyor. Onu sökecek olan da ihtiyarlıyor, kuvvetten düşüyor. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil. O dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı. Kaç kere oldu seni kötü huyun yaraladı. Sen kendi tabiatından hastalandın da duygusuzluğun yüzünden habersizsin. Çirkin huyunun da başkalarını rahatsız ettiğini bilmiyorsun. Sen şu dikeni gülfidanı haline getir. Gülfidanı ile onu aşıla. Böylece sendeki dikenler gülfidanı haline gelsin. Eğer sen de şerri gidermek istiyorsan, ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök.”
Mevlana, burada nefsinin kötü arzularına düşmeyi dert edinmeye dikkat çekiyor ve diyor ki: “Nefsinin ateşi söndüren sonra, gönül bahçesine dikersen biter. Laleler, ak güller, güzel kokulu çiçekler yetişir. Sözün kısası; işini yarına bırakma. Çabuk tövbe et de istiğfarı yarına bırakma. Yıl geçti ekin vakti geldiğinde sende yüz karalığından başka bir şey kalmaz. Beden ağacının köküne kurt düştü. Onu söküp ateşe atmak, kulluk yaparak iyi işlerle onu öldürmek gerek.”
Günün Şiiri
Yaprağı Gören Balık
Minnacık bir balık bir yaprak gördü
Körpe -yeşil- ve yemiş bahar güneşini
-yaprak değildi
Bahardı gördüğü-
Ve o düşle fırladı denizden
Ve düştü kaldı
Balık ki yaprağı görüp sarhoşladı
O ben’im işte
Erik ağacından düşen yapracık
Damarlarında hâlâ özsuyun hazzı
Bir gözyaşıyla
Sapından sarkan
Yaprak ki düştü erik ağacından
O ben’im işte
Ve çiçekler arasındaki erik ağacı
Güneşe ve yağmura dikmiş gözünü –
-Güneş ki olduracak meyvasını
Yağmur ki besleyecek meyvasını
Meyva ki sürdürecek erik ağacını
Ağaç ki çiçekler arasında
O ben’im işte
Ve meyva ki güneş kokar
Usulcana erir ağzında
Ve bir an emip de çekirdeğini
Ya yere atarsın ya da denize
O çekirdek ki mutlu
O ben’im işte
ZAHRAD (Çeviri: Can YÜCEL)
Akis
Sen çaldıkça Teodorakis
Bir mor yağıyor üstüme…
Dudaklarım öpüşmekten mosmor…
Bir putum sanki ilahilerle
denize fırlatılmış
Ve bir deniz yağıyor üstüme
Bakma sen sevgili Teodorakis
Açgözlü güvercinlerin didiştiklerine!
Avluların o en çakırkeyiflisine
Mısır daneleri gibi serpilmişler ama
Mısır danesi değil ki bu adalar
Ne de biz güverciniz…
Sekerek o güneş güzeli çakılların üzerinden
Çıplak ayaklarımızın su sesleriyle
Birbirimize
Ve kendimize
Bilakis
Sen çaldıkça Teodorakis
Bir mor yağıyor üstüme
Can YÜCEL
Günün Sözü
Düşüncelerini tam ve yerinde kelimelerle ifade edemeyen, yanlış tartılarla tam iş görmeye çalışan satıcıya benzer.
Goethe
Tüm büyük keşifler, duyguları, düşüncelerinden önde koşturan kişiler tarafından yapılmıştır.
C.H.Parkhurst