Okullar Açılırken…

0
76

Bu hafta, okul bahçelerimizde umudumuzun çiçekleri gibi açarken öğrencilerimiz, açılacak okullarımız.. Bu hafta yaşayacaklar tam anlamıyla okullu olmanın sevincini mini-mini birler.. 5 Eylülde atacaklar (attılar) ilk adımlarını ilköğretim merdiveninin ilk basamağına.. “Sizin için küçük, bizim için büyük bir adım” diyecekler bilgece..

Tutacaklar sekiz köşeli uçurtmalarının ipini sımsıkı, minicik elleriyle.. Şenliğin eğlencesine koşacak ayakları.. Sevgiyle rüzgarlanacak okul bahçeleri..  Yükselecek uçurtmalar, yüreklere sığmayacak gökyüzü..

Çocuklarımız; hangi ortamda en neşeli, canlı, hareketli, deyim yerindeyse yatağından taşan bir nehir gibi coşkulu akış halindedir? Seslerin en etkili şiir dizelerine dönüşmüş haliyle koşuşturmalar.. Gözlerde bin bir renk buluşması.. Tepeden tırnağa coşku ve bakışlarla çizilen mutluluğun resmi.. Mutluluğun resmi? Oyun elbette..

Yeti diyoruz doğuştan gelen bir şeyi yapabilme gücümüze.. Bellek, akıl yürütme, algılama, düş kurma, düşünme gibi yetiler mesela.. “Ben bir öğrenciyim” sevinciyle koşup gelen ve özlerinde var olan yetilerini, yeteneğe dönüştürebilmeleri için eğitmiyor muyuz zaten çocuklarımızı?

“Çocuklarımız, oyun ortamlarında oluşan kurallar da dahil koşullarla etkileşerek beceri ve yetenek kazanırlar” biliyoruz bunu.. Biliyoruz kalıcı öğrenmenin oyun içinde eğlenerek gerçekleştiğini.. Tanığıyız zaten çocuklarımızın oyun içinde bedensel, duygusal, düşünsel ihtiyaçlarını giderdiklerinin, kaşiflik ve mucitlik duyumsamasıyla mutluluğun resmini çizdiklerinin.. Örneğin; her anne bebeleriyle, “şiirsel seslenişli oyunlar oynayarak” öğretmiyor mu yemeyi, içmeyi, oturmayı, kalkmayı, yürümeyi, koşmayı, konuşmayı ve daha neler neleri..

Çocuklarımız doğar doğmaz binmiyorlar mı zaten “öğrenme atının” üzerine? Ve fakat ah! Niçin ah? Uygulamada öğrenme atını yarış atına dönüştürmüyor muyuz? Henüz oyun çağındaki çocuklarımızı sınav kamçılarıyla şahlandırıp düşürmüyor muyuz yerlere?

Ne diyor, “Çocuklar Bakıyorlar” adlı şiirinde Ziya Osman? “Çocuklar tutamıyor titriyor ellerinde oyuncakları, Çocuklar, koşamaz olmuş tutmuyor bacakları..”

“Bir şeyi sevmeden onu anlayamazsınız” diyor Goethe.. Çocuklarımızı seviyoruz elbette.. Ve fakat onları acaba ne kadar anlayabiliyoruz?  Cemil Meriç, idealar dünyamızın öğretmeni “Platon” örneği düşünürleri, “buzlu cam arkasında görülen bir mabed kadar” anlayabildiğimizi söylüyor.. Ben, her iki sözün sentezli tümlüğünü çocuklarımızla birebir ilişkilendirebileceğimizi, dolayısıyla her biri Platon örneği idealar dünyamızın sevgilisi olan çocuklarımızı, her iki sözün sentezli tümlüğünde anlayabileceğimizi düşünüyorum..

Çocukları anladığımızı da söylüyorsak şayet, bu halde kendimizi, “buzlu cam arkasındaki mabedin” içinde görüyoruz demektir.. Dolayısıyla eğitimciler olarak görevimizi de “ibadet” bilinciyle yapıyoruz demektir.. Bu bilinçle çalışan bir öğretmenle karşılaştığımızda dilimizin ucuna gelen sıfat nedir? “İdealist” elbette.. Ve fakat öğretmen adının önüne idealist sıfatı gerekmez aslında.. Zira öğretmenlik, yapılan iş ve üretilen hizmet bakımından idealistlik içerir zaten.. Dolayısıyla “öğretmen, idealist demektir!” gerçekte..

“Hoş geldin bebek, Yaşamak sırası sende..” dizeleriyle selamlar “mutluluğumuzun resmi” bebeklerimizi bir şiirinde Nazım..  Ve fakat hemen ardından, “Senin yolunu gözlüyor..” diyerek sıralar bebekleri bekleyen sorunları.. Sorunları sıraladığı dizelerinin sonunu da falan, filan diye bitirir..

Nazım’ın şiirine nazire.. Hoş geldin şiir sözlü çocuğum.. Yarışmak sırası sende! Senin yolunu bekliyor testler, LGS’ler falan, YKS, TYT(S), AYT(S)’ler filan..

Hz. Ali’nin “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, sizden sonraki zamana göre yetiştirin” sözünü, eğitim sürecinin her anında Özdemir Asaf’ın “Yön” adlı şiiriyle birlikte hatırlamak ne güzel.. “Sen bana bakma, /Ben senin baktığın yönde olurum.”

Öğretmenlerimiz nerede? Çocuklarımızın baktığı yönlerde..

Selam ve saygılar… (2 Eylül 2019)

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here