Değerli okurlarım, futbolumuzun sacayağı kabul ettiğimiz takımlarımızın armalarında birer hayvan resmi vardı. İlk ikisi yerin göğün hâkimi olan sembol havyanlar. Bordo-Mavili Takımımızın da göğsünde hamsi var. Karadeniz’de simge olmuş bir balık. Peki, Kanarya neyin simgesi dersiniz? Kanarya da öten kuşların simgesi… Bildiğiniz gibi durmadan ötüyor. Ama güzel ötüyor Allah için! Hele yanında Bülbül de olursa, kendi ötüşünü bırakıp onu kopyalar. O’da Allah’tan.
Herkes hayvan sever diye devam edecektim ama aklıma sizin de ilginç bulacağınızı umuyorum. Kişinin hafızasını toparlamasında ve düşündüklerini toplumla paylaşmasında büyük faydalar vardır. İnanın! Tarih de verebilirim ama uzun yıllar önce dersem daha sağlıklı olacak benim için. Yaşım ortaya çıkmaz diye düşünüyorum. Bir Galatasaray maçı için İstanbul’a gitmiştim. Maçtan sonra Ankara’ya dönmedim, amcamlara konuk oldum. Ev kalabalıktı, konukları gelmişti. Hiçbirini tanımıyordum, yaşlı bir beyefendinin yanına oturdum. Yaşlı bey, Cihan Savaşından, Gelibolu’dan bahsediyor ve Atatürk’ü yakından tanıdığından, anılarından söz ediyordu.
Maç yorgunluğu olmalı ki, fazla ilgimi çekmemekle beraber dinlenmeye çalışıyordum. Sanırım yaşlı bey bunu fark etti ve benimle ilgilenmeye başladı.
“-Ne iş yaparsınız?”
“-Gazeteciyim.”
“-İstanbul’da mı?”
“-Ankara’da.”
85 yaşında olduğunu söyledi, gençliğinde Papazın Çayırında top oynadığını ifade ettikten sonra, bütün ciddiyetiyle; “-Bak evlat, mademki gazetecisin, anlatacaklarımı ya not et ya da beynine iyice kazı. Anlatacaklarımı ilk kez benden duyacaksın. Her hangi bir açık alanda top oynamaya karar verdiğimizde öncelikle kaleleri oluşturmamız gerekirdi. Taş arardık, bulamayınca ya ceketlerimizi ya da kazaklarımızı kale direği yapardık. Kırk yerinden yamalı sözde top maazallah bir yerine çarpmasın, nefesimiz kesilir, yerimizden kalkamazdık. Bununla bitmiyor mesele. Kalemize şutlanan o sözde top, ceketin yanında mı, üstünden mi geçti, hep tartışma konusu olmuştur. Hele üç beş kişi de izliyorsa, hemen onlara koşup fikirlerini alırdık. Lehte de olsa, aleyhte de olsa kavga hazır. Bu hep böyle olmuştur zaten.
Önceleri bizi izleyen sekiz-on kişiyi memnun etmek için oynardık bu oyunu. İki mahalle birbirinden oynamaya başladığından bu yana kazanmak duygusu hep ön plana çıkmıştır bu ayak oyununda. Temeline dostluklar yatan rekabetler o andan itibaren “En keskin” düşmanlığa dönüşmüş, tere kan karışmış ve daha sonraki yıllarda, savunmaların arasında kemik sesleri yükselmeye başlamış ve bu masum oyunun kafasına tek el ateş edilerek beyni dağıtılmıştır.
Bugünün Dereağzı, zamanın en güzel koyuydu. Sükûnet vardı. Derede kayıklar yüzer, derenin denize kavuştuğu noktanın az açığında ise lüfer kucağınıza atlar yüzerken. Bülbüllerin en güzel öttüğü yerdi orası. O nedenle geceleri tüm kuşbazlar, bir örtü ile örttükleri kafeslerindeki kanaryaları oraya getirir, çilingir sofrasını kurarlardı. En önemli amaç ise, toplanma yasağı olduğundan, kuşları bahane ederek gençlerin bir araya gelir memleket meselelerini tartışmalarıydı. Kafeslerin çoğunda ötmeyecek serçe ve sığırcık bile bulunurdu. “Bir kuş bul ve gel toplantıya” mantığı…”
Yarın devam edeceğiz.
Mutlu olun, mutlu kalın… SAYGILARIMLA