Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız bu sabah? Rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan ayının ilk haftası geçti. Korkunç patlamalar, onlarca şehit, İskenderun’u yasa boğan kaza ve en sonunda CHP Genel Başkanına saldırılarla! Doğrusu olağan üstü durumlar yaşıyoruz. Sanki kocaman bir film stüdyosundayız ve korku, gerilim, savaş filminin ta içindeyiz?
Önce saldırı sonra şehirdeki ilan panolarında da acayip yazılar! Esrarengiz güçler? Kalkan eller, sıkılan kurşunlar, yüzü olmayan karanlık güçler, faili meçhullere. Valla bu manzara çok gerilim filmi izleyen insanlara hiç de yabancı gelmiyor! Ancak filmlerde romanlarda olur sandığımız olayları şimdi nerdeyse birebir yaşarken kendimizi bir film stüdyosunda ya da bir roman sayfasında hissediyoruz. Okunup bitecek, izlenecek bitecek gibi ama yine de ürküyor, korkuyoruz. Tüylerimiz diken-diken oluyor.
“Ne hale geldik” diyoruz, “sadece romandır” diye okuyup geçtiğimiz şeyler aslında gerçekmiş. Bize olmaz sandığımız her şey bizdenmiş! Yani şimdi bir şeyler oluyor hoşa gitmeyen, şehir fedaileri (hangi taraftan olursa olsun) hareketleniyor, şehit cenazelileri ya da başka bir yer fark etmiyor. Eyleme giriyorlar. Tahammül katsayıları sıfır! Konuşarak anlaşmak yerine kavga gürültü itiş kalkış, kurşunlu ucuz tehdit. Ne içinde bulunduğumuz kutsal ay, ne arka arkaya gelen şehitmiş, hiç dert değil, yer mekân zaman bilmiyoruz. Ne olursa olsun eylemdeyiz. Nasıl bir şey bu? Kimseye saygınız yoksa cenazeye saygınız olsun. Biraz duygudaşlık yapın sizin cenazelerinizde böyle olsa hoşunuza gider miydi?
Yazıklar olsun çok-çok yazıklar olsun? Kimseden çıt çıkmıyor, sanki olaylar destekleniyor, içselleştiriliyor gibi? Ne kadar garip ya Rabbim? Ülke içten dıştan kuşatılmışken şehitler arka arkaya dizi dizi gelirken, bizler ne yapıyoruz? Teröre, teröriste karşı birlik ve berberlik içinde olmamız gerekirken? Keskin bıçaklarla bir birimizden hızla ayrıştırılıyoruz. İçten içe birbirimizi kemiriyoruz, düşmanların yapamadığını biz kendimize yapıyoruz. Ve bunu birlik ve berberlik sevgi saygı emreden bir peygamberin kulları olarak Ramazan ayında yapıyoruz! Ve utanmadan, kimi kandırıyorsak, oruç tutup, namaza duruyoruz camilerde! Artık kendimizi tanımıyoruz. Kimiz, neyiz, niçiniz bilmiyoruz ama başımıza her an bir şey gelebilir bununda bilincindeyiz artık. Çıldırmak işten değil valla.
Ve biz böyle olunca kendi gardımızı almak zorunda bırakılıyoruz ki buda ayrıştırmayı getiriyor beraberinde! İstemeden “sen-ben” olmaya sürükleniyoruz. Ancak biz, kanımızın son damlasına kadar birlik ve beraberlik için çalışacağız. Ayrışmayacağız, oyuna gelmeyeceğiz. Ve bu tür olaylar kime gelirse gelsin tepkimiz aynı olacak.
Ve sevgili okuyucularım, sağlık ve sevgiyle kalalım her şeye rağmen. Birlik ve berberlik içinde! Gerçekten hepsine de çok ihtiyacımız var bugünlerde. Ve terör, nereden gelirse gelsin terördür adı. Ve her türlü terörü lanetliyoruz. Ve yeni haftanın bir öncekinden çok-çok iyi olmasını diliyoruz. Yase
& & & & & &
Ve mesneviden bir hikaye…
TAVŞAN VE ASLAN
İçinde pek çok hayvanın yaşadığı, güzel bir vadi vardı. O vadide bir de Arslan yaşardı ve tüm diğer hayvanlar, ondan çok korkarlardı. Çünkü Arslan, sık-sık pusu kurar ve kimi canı isterse onu avlardı. Bu yüzden o güzel vadi, hayvanlar için nefret edilesi bir yer halini almıştı.
Bir gün toplanıp karar aldılar. “Bundan sonra, Arslan pusu kurup içimizden birini avlayacağına, her gün, kendi aramızdan seçtiğimiz birini Arslan’a gönderelim daha iyi! Böylece hiç değilse o gün için, kimin ne zaman Arslan’a yem olacağını bilmiş oluruz” dediler. Gittiler ve bu kararlarım Arslan’a ilettiler. “Biz sana her gün yiyeceğini göndereceğiz. Sen öyle orda burada pusu kurup, bizi canımızdan bezdirme. Bu güzel otlağı ve bu güzel vadiyi bize zehir etme.”
Arslan, ilk başta onların sözlerine inanmayıp, bu teklifin bir tuzak olduğunu düşündüyse de, diğer hayvanlar sözler verip yeminler ederek, Arslan’ı ikna ettiler. Bundan böyle, her gün içlerinden birini kura ile seçip Arslan’ın inine göndereceklerdi. Arslan da, ayağına kadar gelen bu zahmetsiz yiyecek ile yetinecek ve sağda solda belli belirsiz zamanlarda avlanmayacaktı. Günler böyle geçti ve bu ölüm kurası, bir gün küçük tavşana çıkıverdi.
Zavallı tavşan, kederli-kederli bağırdı: “Bu zulüm daha ne kadar sürecek!” Diğer hayvanlar dediler: “Bak bunca zamandır biz Arslan’a verdiğimiz sözü tuttuk. O da bize verdiği sözü tuttu. Sen şimdi oyunbozanlık etme. Haydi, çabuk koş ve Arslan inine git!”
Tavşan şöyle dedi: “Ey dostlar! Bırakın ben ona bir oyun oynayayım. Belki hem kendi canımı, hem de sizin canlarınızı kurtarırım.”
Hayvanlar: “Sen bizim sözümüzden çıkma ve tavşan olduğunu unutma, haddini bil!” dediler.
Tavşan: “Dostlarım!” diye cevap verdi. “Bu fikri bana Allah ilham etti. Bakın, o Allah’ın Balarısına ilham ettiği bal yapma hüneri hangi Arslan’da var. Yahut şu ipekböceğinin marifetini kaç filde gördünüz!”
Bunun üzerine tavşana sordular: “Madem boyuna poşuna bakmadan Arslan ile uğraşmaya niyetlisin, öyle ise söyle bakalım aklında nasıl bir fikir var?” Tavşan dedi ki: “Her sır söylenmez, bekleyin de görün…”
Arslan’ın inine doğru yola çıkan tavşan, bir süre sağda solda oyalandı. Yemek saatini bir hayli geciktirdi. İne yaklaştığında da, var gücüyle koşmaya başladı. Arslan tavşanın gecikmesinden dolayı çok öfkelenmişti. Öfkeli-öfkeli söylenip dururken, uzaklardan yemeğinin gelmekte olduğunu gördü ve kükredi: “Ey soysuz! Ben ki, öküzleri parçalamış, nice erkek Arslanların kulaklarını bükmüş bir kahramanım. Sen şuncacık halinle, beni bekletme cesaretini nereden aldın!”
Tavşan gayet kendinden emin bir şekilde anlatmaya başladı: “Aman sultanım, bendeniz sabah yola çıkmış, huzurunuza gelmekteydim. Üstelik yanımda sizin için gönderilmiş, benim gibi bir tavşan daha vardı. Ama yolumuzu başka bir Arslan kesti. Ona durumumuzu anlattık. Ama bizi dinlemedi. Arkadaşımı kaptı götürdü. Hem biliyor musunuz, o semizlikte benim iki katımdı. İşte sultanım, vaziyet böyle. Korkarım bundan sonra sana gönderilen yiyeceklere o el koyacak. Eğer yiyeceğini tam olarak istersen, yolunu temizle! Git de o korkusuz Arslan’ı ortadan kaldır.”
Arslan bu duyduklarına çok kızdı: “Haydi düş önüme! Onu bana göster. Gideyim de cezasını vereyim” dedi. Tavşan önde, Arslan arkada yola düştüler. Tavşan gide-gide Arslan’ı bir kör kuyunun başına getirdi. Ancak kendisi kuyudan uzak durmaktaydı.
Arslan ona dedi: “Sana ne oldu da geri kaçıyorsun?”
Tavşan: “O Arslan şu kuyuda yaşıyor. Ben oraya yanaşmaya korkuyorum” dedi.
Arslan: “Bu bahaneleri bırak, gel de şu kuyunun içine bak bakalım Arslan hala orada mı?” diye onu azarladı.
Tavşan: “Ben tek başıma oraya bakamam. Sen beni kucağına alırsan belki…” diye Arslan’a cevap verdi. Sonra Arslan tavşanı kucağına alıp, kuyunun ağzından içeriye baktı. Gördü ki, kuyunun içinde kendi gibi bir Arslan durmakta; üstelik kucağında da, hakkı olan öbür tavşanı tutuyor. Öfkelenen Arslan, bunun sudaki aksi olduğunu anlayamadı. Kucağındaki tavşanı bir kenara savurup, kendini kuyunun içine attı. Tavşan ise, güle oynaya, çayırlığa doğru koştu gitti. Olup bitenleri vadinin diğer hayvanlarına anlattı. Onlar da sevinçlerinden coşup eğlendiler. Tavşana Arslan’ı nasıl faka bastırdığının hikâyesini tekrar-tekrar anlattırdılar. Tavşan onların bu coşkulu hallerini görünce dedi: “Ey dostlar, benim bu başarım Yüce yaratanının yardımı iledir. Yoksa bir tavşan kim oluyor ki, Arslan’ı yenebilsin.”
Ey insanoğlu, başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler, senin kendi kötü huyunun, onlardan sana yansıması. Yüce Yaradan’ın bize lütfettiği akıl, ilham ve destekle, çok küçük topluluklar, çok büyük topluluklara üstün gelmişler. Tarih bu örneklerle dolu… Hiçbir zaman ümidi kaybetmemeli!..
Günün Şiiri
Yıllarca Önce Ben
Yıllarca önce ben,
Şikago Buğday Borsasının çalışma yollarını incelerken,
bütün dünyanın buğdayını oradan
nasıl yönettiklerini birden kavradım ama
gene de bu işi pek anlayamamıştım
kitabı bırakırken elimden.
Ve şöyle deyiverdim:
Başım belada.
Hiçbir öfke yoktu içimde
ve adaletsizlik de değildi
beni korkutan.
Yalnız, bu iş böyle yürümez, bunların yaptığı gibi!
Düşüncesi doldurdu kafamı.
Gördüm ki, bu adamlar,
yaptıkları zararla yaşıyorlardı, yararla değil.
Gördüm ki gene:
Ancak suç işleyerek sürdürülecek bir yoldu bu,
çünkü zararınaydı çoğunluğun,
Öyle ki,
aklın her başarısı, her keşif, her buluş,
daha büyük kötülüklere yol açacaktı açsa açsa.
O sırada böyle düşündüm ben,
öfkelenmeden, oflayıp puflamadan,
Buğday pazarını ve Şikago borsasını anlatan kitabı
önüme koyarken.
Bir sürü dert bekliyor beni,
bir sürü bela.
Bertolt BRECHT / Çeviri: A. KADİR – Gülen AKTAŞ
BİRAZ TEBESSÜM
Bu Mahalleden Değiliz!
Evvel zaman içinde iki şair ve edip ahbap Mehmet Celâl ile Faik Esad, Beylerbeyi’nde bir dostun iftar davetine icabet için yola koyulup karşıya geçiyorlar. Fakat vakti iyi hesap edememişlerdir ve iftara daha saatler vardır. Bunun üzerine iki ahbap “-Camiye gidelim, vaaz dinleriz, vakit geçer” fikriyle Beylerbeyi Camii’ne girip bir tarafa ilişiyorlar.
Vaiz kürsüye çıktığında cehennemden bahsetmekte, diliyle etrafa yıldırımlar savurup şimşekler çaktırmakta, “zebânileer, alevleer, katran kuyularıı” dedikçe cemaat dehşetle tir-tir titremektedir. Bizimkiler vaizin tehditlerine pek kulak asmamaktadır ama ahalinin çoğu kapıldığı haşyetle hüngür-hüngür ağlamaktadır.
Ağlayanlardan biri, gözyaşlarını silerek Faik Esad’ın sırtına dokunu ve kısık sesle, “-Siz vaizi dinlemiyor musunuz?” diye sorar.
“Dinlenmez olur mu, dinliyoruz elbet” diye cevap verir bizimki…
“Peki, ne dediğini anlıyor musunuz?”
“Anlıyoruz elbette, niçin soruyorsun peki?”
Adam hayretle devam eder, “-Yahu bizim ağlamaktan ciğerimiz sökülüyor, gözümüz dışarıya uğruyor sizde ise hiçbir elem işareti yoktur, nasıl oluyor bu?”
Şair cevap verir: “-Efendim biz bu mahalleden değiliz, yabancıyız, misafirliğe geldik de!”
Günün Sözü
Küle Döndüysen, Yeniden Güle Dönmeyi Bekle. Ve Geçmişte Kaç Kere Küle Dönüştüğünü Değil, Kaç Kere Yeniden Küllerin Arasından Doğrulup Yeni Bir Gül Olduğunu Hatırla.
Mevlana