Neler değişmedi ki dünya dönerken kendi ekseni etrafında, dönebilene ne mutlu. GEOTHE. Bu sabah nedense Geothe’nin bu sözü takıldı aklıma yine. Bunu tartışabileceğim birileri olsun isterdim yanımda. Fakat ne yazık, yalnızca kendi yorumlarım olacak bu durumda.
Değişiyoruz, değişiyoruz da gerçekten değişiyor mu dünya? Dünya, mevsimler değişmiyor, her şey zamanında geliyor ve işlevini sürdürüp gidiyor. Fakat değişen, insanlar oluyor her halde oysa benim anlayışıma göre pek değişmiyorlar. Hep aynı yerde kısır bir döngüde imiş gibi dönüp duruyorlar.
Şöyle bir çevreme baktığımda, belgeseller izlediğimde ya da geçmişe ait bir eser okuduğumda değişen bir şeye rastlamıyorum, yüz yıllar önce yaşananlar aynen yaşanıyor gibi. İnançlar bütün din savaşlarına ve misyonerlere rağmen bazı yerlerde daha sürüyor ve sanırım sonsuza dek sürecek. Kanal ikide Tahiti adalarını izliyordum ve Bora bora adalarını ve GEOTHE’nin sözü takılıyor aklıma “Neler değişmedi ki dünya dönerken kendi ekseni etrafında, dönebilene ne mutlu.”
Ve Bora Bora adası, geniş bir alan dikili taşları yüz yıllar öncesinden kalma, Oortadaki dikili taşa ancak aileden olanların çıkıp oturması caiz imiş. Dünyanın her tarafından yılın belli aylarında buraları ziyaret edip tapınaklara adak sunmağa gelirmiş insanlar hala. Eskiden adak olarak insanlar adanırmış Tanrılara, üstelik ağaçlara asılarak hem savaş öncesi hem savaş sonrası devrimler yapıldı, büyük sosyal değişiklikler yaşandı dünyada fakat bence insan asla değişmedi, hala devam eden savaşlara, artan vahşete, hayvan ve çocuk tacizlerine bakınca ne yazık değişmedi arttı bile diyebiliyorum.
Kendime bakıyorum dünya dönüyor, yaş kemale eriyor ancak yaşıyla büyüsün çocuklar deriz ya aynen bendenizde böyle büyüyorum. Olgunlaşıyorum… Fakat yine aynı şeylerden şikayet ediyorum ve yalnız değilim bu konuda…
Aslında Geothe’de böyle mi düşündü ki bu söz çıktı ağzından? Bilmiyorum. Ünlü eseri “Werthel’ın Acıları”nı yazarken bugün aynen böyle acılar yaşanmayacağını sanmış olabilir mi? Hayır bence. Sanırım oda değişikliğin çok güç olacağından yakınıyor “ne mutlu dönebilene” derken.
Bu konuyu, dönmek üzere biraz daha düşünmek ve birileri ile tartışmak için burada kesiyorum. Dünya dönüyor her şey değişebilir fakat sevgi değişmez eğer gerçekten varsa. Ve sevgiyle, sağlıkla kalalım sevgili okuyuculularım. Ayrımsız gayrımsız… Yase
& & & & &
Dört Mevsim Masalı
“Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.
Nöbetçi: “Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü… İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.”
Toprak Ana: “Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar.”
Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Anaya: “Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.”
İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk-renk çiçek demetleri, cıvıl-cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış. Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine: “Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim” demiş. Sonra o da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş.
Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya: “Ben sonbaharım” demiş. “Yalnızlığı, sessizliği çok severim” demiş. Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da: “Benim adım kış, benim adım kış” diye bağırıyormuş.
Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış: “Beni dinleyin” demiş. “Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.”
Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar.
& & & & &
Sümbül Efsanesi
Kral Amyklos’un Hyakinthos adında çok yakışıklı bir oğlu vardı, Apollon da onun bu güzelliğine hayran olmuştu, kısa sürede genç delikanlı ile Tanrı Apollon çok yakın dost olmuşlardı. Boş zamanlarında Eurotas’ın çiçekli kıyılarında çimenler üzerinde disk atarak birlikte vakit geçirirlerdi. Bir gün gene her zamanki gibi disk atmaya gitmişlerdi. Hyakinthos’a deli gibi aşık olan kelebek kanatlı güzel Zephiros (Batı rüzgarı) onların bu kadar yakın olmalarını çekemiyor adeta kıskançlıktan kuduruyordu. Zephiros gemicilerin en çok sevdiği rüzgar olduğu halde artık görevini yapmıyor, hatta kıskançlığının neden olduğu öfke ile gemileri kayalara bile çarpıyordu. Kıskançlıktan ne yaptığını bilmez bir hale gelmişti. O günde kuvvetli bir esintiyle Apollonun fırlattığı diskin yönünü değiştirdi. Ve disk hızla genç Hyakinthos’un kafasına çarptı. Zavallı delikanlı kafasında kanlar akarak yere yuvarlandı, Apollon bu felaket karşısında deliye dönmüştü. En sevdiği dostunu çok kötü yaralamıştı. Hyakinthos’un yaralarına oğlu Askleipos’un en tesirli ilaçlarından koydurdu ama fayda etmedi zavallı Hyakinthos çok kan kaybetmişti ve oracıkta can verdi. Bunun üzerine Apollon onu her ilk bahar açan sümbül çiçeğine dönüştürdü.
Günün Şiiri
Günlerin Çıkrığında
Bir dağ gölünün ılık yıldızlı
Sularında hırçınca seken taş
Sen daha özgürsün, daha yırtıcı
Bir sapanın rüzgarlı ucunda
Buğday saçlı köylü çocuğundan
Kuğuların gölde buğulu bakışları
Rüzgarını yadırgayan çiçeklerin çanı
Uyandırsın seni kahyadan önce
Sen ki üretici sevinci taşıyan
Ekin bereketi verdin yüreğinden
Kanla zulümle örülen güne
Ötede bir bulut pabuçlarını giysin
Düş onunla yayla bükümü patikalara
Geride bir evlik tarlan, karın
Başak saçlı onuruyla çocukların
Göğün eksilen mavisi altında
Ağarak saman dolu bir bulut
Çeksin ömrümüz yüklü arabayı
Günlerin çıkrığında gümüş sular
Kuyular, çaylar olsun ağlamaklı
Kıyısız barınaksız el kapılarında
Ahmet ADA
Aşkı Bulurum
Öpüşün karanfil kokardı aşkı bulurdum
Işık hızını geçen bir uçakta aşkı
Bulutlar tükenir kuşlar görünmezdi
Yitip giderdi altımızda nice denizsiz kent
Çelik gürültüleri arasında sayısız çiçek
Mutlu ederdim seni kadınım olurdun
Seninle ikimiz ilkyaz gibiydik
Sevda avcumuzda tuttuğumuz gül yaprağıydı
Uzayda bıraktığımız ayak iziydi
Güzelim, hangi güç durduracaktı bizi
Hangi güç ince parmaklarının hünerini
Aşka izin yoktu, gün soldu kuşluk vakti
Usul usul konuştuktu hani
Aşkı savunanları düşen bir kenti savunur gibi
Bütün sahici aşkları konuştuktu
Leyla ile Mecnun’u, Elsa ile Aragon’u
Yani ikimizle yarının ölümsüz olduğunu
Giyilmemiş çamaşırlar gibi kokardı aşkın
Güzelim benim bir tanem
Sırasında hazırdın onarmaya
İşkencedeki insanın incinen onurunu
Yaşadığımız günü, tutsaklığı, bugünü
Buğular içinde yüzen geceyle gündüzü
Işıkları yalandı kederle akardı kent
Ne kadar da güzeldi kışı, sisi, ayazı
Güzelim benim, bir tanem, yanımda sen olunca
Özlenirdin anlıyor musun
Bir karanfile baka baka uçarılaşırdın
Yitirmeden henüz aşkı, ilkyazı
Saçların çiçek tozu, çam kokusu
Sende düğümlenirdi bir uçumluk tadı çocukluğun
Ahmet ADA
Günün Fıkrası
Yaşı geçkin evli çift çocuk sahibi olamayınca evlat edinmeye karar vermişler. Nasıl olduysa, Çin’li bir bebeğe denk gelmişler. Hal böyle olunca da gidip Çince kursuna kayıt yaptırmışlar. Çince kursunun hocası, çifte sormuş: “Efendim Çince zaten çok zor bir dildir. Bu yaştan sonra Çince’yle işiniz nedir?”
Çift de durumu açıklamış: “Beyefendi biz bir bebek evlat edindik. O da Çin’li denk geldi. Daha çok küçük, konuşamıyor ama büyüyüp konuşmaya başlayınca dilini nasıl anlayacağız?”