Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Mutsuzluktan ölen var mı acaba? Valla olsaydı ilk başta bendenizin ölmüş olması gerekirdi en azından on defa. Ama ben denizi kurtaran, çok ama çok teşekkür ettiğim sevgili yaratılışım. Tam artık soluk almıyorum derken bir şey oluyor ve yeniden canlanıyor gönlümdeki kurumaya yüz tutmuş kır çiçekleri. Ama o kadar kırılganlar, o kadar nahifler ki, en ufak bir esintide bile boyunlarını büküyorlar. Doğrusu benim gibi haldır, huldurlara çok yakışmıyorlar ya o da başka bir şey. Ve bendeniz mutsuzluk ve kır çiçekleri arasında gidip gelirken MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin yerinde olmak istemediğimi düşündüm birden; bu seçimden sonra özelikle. Her yerden sitem akıyor üzerine. Her yerden suçlama fışkırıyor, seçmenlerini, küstürdü, kırdı ve kaptırdı diye.
Valla gerçekten zor onun yerinde olmak şimdilerde! Tabi Sayın Kılıçdaroğlu’nun da yerinde olmakta istemezdim. Oylarını bir puan artırdı diye insanlar nasıl sevinsin canım? Onun yerinde olmakta zor bu günlerde… CHP Milletvekili de olmak istemezdim. Hatta “işte şimdi daha çok çalışacağız, bütün gücümüzle” falan filan söylemlerini hiç ama hiç kale almazdım.
Bendeniz CHP’li aday olsaydım şimdi başım önümde olurdu. Başımı kaldıracak gücüm olmazdı. Değil gazetelere demeç vermek… Neyse aslında diğer partilerden de aday olmak istemezdim YA!
Politikayı hep ince bir sanat olarak düşünmüşümdür. Ancak bu sanattan anlayan yok gibi çünkü bugün politika denince aklıma gelmemesi gerekmeyen ne varsa geliyor. Başta havada uçuşan tutulmayan sözler. Savaşta ve aşkta her yol mubahtır derler ya. Dünyanın en saçma sapan sözü bendenizce. İşte politikada şimdilerde böyle her yol mubah? Vaatler, sözler, göz korkutmalar, ödüller. Böyle olunca da açık ve net olarak hiçbir sanatsal değeri ve inceliği kalmıyor.
Tabi herkesin düşüncesi ayrı… Kimseyi kınamıyoruz, kızmıyoruz, başarılıyı kutluyoruz ama başarılı olmayanları da başarısız buluyoruz. Ve başarabilenlerle yer değiştirmeleri gerekir diye âcizane düşünüyoruz. Ve düşünürken mutsuz oluyoruz aklımıza mutsuzluktan ölen var mı gibi abuk, sabuk sorular geliyor. Dünyanın sorunlarını yüklenmiş giderken baş önde omuzlar düşük kaldırım taşlarının arasından fışkıran genç otlara takılıyor gözüm, bir onlar baş kaldırmış bütün üzerlerinden geçip giden ayaklara. Adımlarımı sıklaştırıp üzerlerine basmamaya çalışıyorum.
Gönlümdeki kırık dökük kır çiçekleri geliyor aklıma! Birden ayrımına varıyorum ki eskiden olsa gülümserdim, kaldırım otlarını görünce, onlara özenirdim ama şimdi gülümseyemedim!! Belli ki gülümsemem de terk etti özenecek gücümde! Korkunç bir özlem çöktü içime umutsuzlukla karışık. Ve hala düşünüyorum bir gün şimdi değil ama her an mutsuzluktan ölen olur mu acaba gerçekten?
Ve sevgili okuyucularım dilerim kimse ölmez mutsuzluktan bendeniz dâhil bazen gerçekten istesem de. Ve sağlıkla, sevgiyle, birlik ve beraberlikle kalalım ayrıma gayrıma inat. Yase
& & & & &
Ölümsüz Kırmızı Güller…
Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da. Rose… Gül… Kocasının sevgili Rose’u… Her yıl Sevgililer Günü’nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan. Hatta eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmıştı… Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte… Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı: “Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum…”
Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü.. Önceden ısmarlanmış olmalıydı… Öleceğini nasıl bilebilirdi? Zaten her şeyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi, yumurta kapıya gelmeden… Gülleri özenle içeri taşıdı… Saplarını kesti, vazoya yerleştirdi… Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce… Bitmek bilmeyen bir yıl geçti… Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl…
Sonra bir sabah kapı çalındı… Tıpkı eski günlerde olduğu gibi… Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi… Sevgililer Günü’nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkânını aradı… Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı?
“Biliyorum” dedi, çiçekçi.. “Eşinizi geçen yıl kaybettiniz… Telefon edeceğinizi de biliyordum.. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemişti.. Hep öyle yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı, kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum… Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart…”
Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı. Parmakları titreyerek zarfı açtı… “Merhaba gülüm” diye başlıyordu, kart.. “Bir yıldır ayrıyız. Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acıların hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim kim bilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin dostum, sevgilim benim… Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak. Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin… Lütfen… Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim…. Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyen kavuştuğumuz yere bırakacak. SENİ SEVİYORUM GÜLÜM…”
Günün Şiiri
Ne Zaman Nerdeyiz
şimdi burdaysak bir yanımızla
bir yanımız savrulur dünyanın bütün ırmaklarıyla
ilk hecesinde ışırız yaşanacak günlerin
taptaze sesin içinde
trenler yeryüzüne rüzgâr götürür düşlerimizden.
bursa cezaevinden uludağ’a bakarız ay vakti
konya’dan beyşehir’e pancar taşıyan ağır kamyonlarla
gül tadında bir sabahın güzelliğine dökülürüz
fırat’ın güneşli buğdaylara yüz süren suyuyla akarız güneye
gözlerimiz kapatılır üstüne çizgi çizilir adımızın
yelken oluruz bütün ömürlere kırılan gençliğimizle.
kar altında yürürüz sevgilimizle/gelecek kilim olur
çiçeğe su veririz şebboydan begonyaya bir koku uzanır
puşkin’in her dizesinde soluk alırız insanlık adına
vivaldi’nin notalarına yerleşir yüreğimiz kar sevinciyle.
ak yazılarla yolculuğa çıkar içimizdeki çocuk
paris komününde isyanın ateşçisi oluruz
sinop cezaevinde sürgün bir gazeteci
karacaoğlan’ın sazının tellerinde
pir sultanın ak gömleğinde
tonguç’un demiri döven büyük ellerinde
turaçların güzelliği nakışlayan uçuşunda.
che ile bolivya’da insanlığın düşünde ölümsüz fotoğraf
bir bozlağın yakıcı kederinde hasrete dönüşürüz
fesleğenlerin yemyeşil kokusunda/
gecede tüten gecesefalarında
kuğuların boynunda ışırız/atların yelesinde
masalların yılları nakışlayan ölümsüz tarihinde
çocukluğumuza uzanırız çayırların boy attığı mevsimde
kanayan yaramıza koyarız/alkıma dönüşen özgürlüğü.
Ahmet ÖZER
Günün Fıkrası
Temel aynalı sigaralığından bir tane sigara çıkarmış, o anda gözü aynaya takılmış; “Ula Dursun, ha bu aynadaki adam baa tanıdık geliy” demiş.
Dursun aynayı temelden almış, şöyle bir bakmış, “Ula salak demiş, tabi tanıdık gelir bu benim…”
Günün Sözü
Yeter derecede eğitime sahip olmalısın ki etrafındaki insanları gereğinden fazla büyük görmeyesin. Fakat bilge olacak kadar da eğitim görmüş olmalısın ki, onları küçük görmeyesin.
M. L. Boren