Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Madem çoban değildin, Ardındaki sürü ne? Ben bir körpe kuzuyum, al kat beni sürüne” diye bir deyiş var. Yıllar öncesinden radyoda duyduğum ve anında aşık olduğum. Kim söylüyordu bilmiyorum ama yüreğe dokunuyordu sesi. Beni alıp gidiyordu bilmediğim alemlere… Çocuktum parmak kadar, büyüktüm kocaman hep soralardı “nerelerde dolaşıyorsun sen kızım?” diye onu dinlerken. Bir bilselerdi nerelerde, kimlerle dolaşıyorum? Bir bilselerdi kimleri arıyorum?
Dün gece yatağa tam gireceğim saat gecenin 02’si dilimde bir deyiş. Aynen yıllar önce duyduğum şekilde dökülüyor. Madem çoban değildin ardındaki sürü ne? Birden zihnimin kaypak zemininde buldum kendimi. Çocukluğumun küçük odasında… Halının üzerine bağdaş kurmuş radyo dinliyorum, elimde bir kitap, aniden radyoda inliyor ses. “Madem çoban değildin ardındaki sürü ne?” Kitap elimden düşüyor aklım orada kalıyor ve radyoya eşlik ediyorum “ben bir garip kuzuyum al kat beni sürüne.” Düşünüyorum söylerken “madem çoban değilsin ardındaki sürü ne?” Sürü ne? Ya o bağlama sesi!! Off offf bitiyorum.
Ve çocukluk geçiyor hemen, aşka düştüm düşeli ah etmeden bir tek güne. Sonra her şeyin üzerine bir tül iniyor. Okul yılları, değişen koşullar, ardı ardına gelen gariplikler ve gün bugün. Gece bu gece… Zihnimin kaypak zemininde ufak bir sörf yapmam gerekiyordu zahir ki yatağı açmak için uzanan elimin minik bir hareketi ile dilimdeki düğüm çözüldü. Bedenim aniden diriliyor, huşu doluyorum kulak kesiliyorum, aynen çocukluğumdaki masumluğuna bilinçsiz arayışının tam ortasına düşüyorum…“A ne kadar güzel” diyor kardeşim. Çocukluğumun bazı karelerinde ne yazık ki kardeşimle görünmüyoruz. Hatta ailenin diğer fertleri ile bile!
Sabahtan internet başındayım. Deyiş kitaplarını karıştırıyorum bir yandan, yok istediğim bilgiyi çıkaramıyorum ne bir zamanlar bu deyişi kim seslendiriyordu? Rahmetli Neşet Ertaş olduğunu sanıyorum ama kesinlikle emin değilim zaten çokta önemli değil isimler. Önemli olan o bağlamayı kullanan eller ve deyişi seslendiren diller. Ve taşıdığı anlam…
O zamanlardan başladı diyemeyeceğim arayışım o zamanlarda alev aldı. Buldum sandım sonunda kendimi, sonra hızla yeniden kendimi unuttum unutturdu hayat ve zorlukları ve düşünceleri insana dair olan, vatan ve dünya ait olan. Ve bir gece yeniden anımsattı. Ne denir bilmiyorum. Belki koruma altına almak için bilmiyorum…
Saatlerce dolaşıyorum hem zihnimin kaypak zemininde her adımda ayağım kayarak hem Emre’nin kitaplarında, her saniye gözüm karararak. Hem de nette bütün gücüm tükenerek ama istediğim sesi ve bilgiyi alamıyorum. Belki ne aradığımı bilmiyorum, nasıl arayacağımı.
Bir halk değişi bir edebiyat türü… Ama ben ne arıyorum bundan başka? Zamanım doldu, yazım basıma geç kalacak. Hala arıyorum.
Çocukluğuma kadar olan yolu aştım. Radyoya gittim ve sözlerini yarım yamalak bellediğimim deyişi söyledim tamda bağlama çalarak ve makamına uydurarak. Hatta bütün sözlerini doğru söyleyerek…
Yorgun değilim zaman da bana oyunlar hazırlıyor sürekli ve anlıyorum ki yaşanmışlığın en güzel tarafı bu. Ve bu yaşanmışlığı kutsuyorum. Şakaklarıma düşen aklarla… Bu sabah dilediğim yazıyı yazamadım… Şimdilik sağlık, sevgi, birlik, beraberlik ve aşkla hep birlikte kalalım sevgili okuyucularım. Yase
& & & & &
İNSAN DENİLEN MUAMMÂ (Mesnevî’den)
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- aşk, vecd ve istiğrak dolu hayatını üç kelime ile ve üç merhale olarak şöyle ifade eder: “–Hamdım, piştim, yandım!..”
“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”
“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”
“(Fakat ben ruhumla büyük bir heyecan içerisinde vuslata doğru kanat açtığımda sakın ola ki) cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) «buluşma» yani vuslat vaktimdir!”
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «Veda, veda!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!”
“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?”
“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır! (Hem de ebedî bir hayata…)”
“(Dıştan bakınca toprağın kara bağrında bir çukurdan ibâret olan şu) mezar, insana hapishane gibi, zindan gibi görünse de, orası aslında vuslata teşne ruhların (dünyanın iptilâ ve musibetlerinden) kurtulduğu (ve huzur bulduğu) yerdir!”
“Hangi tohum toprağa atıldı, ekildi de tekrar bitmedi; vakti gelince topraktan filizlenmedi? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin?”
“Hangi kova suya sarkıtıldı da dolu çıkmadı? Can Yusuf’u neden kuyudan ziyan görsün, niçin feryad etsin?”
“Ben (ten kafesinden kurtulunca) ölü idim, dirildim, ağlamaktayken tebessüme büründüm. İlâhî aşkın devletine nâil olunca da, ebedî devlete (saâdete) kavuştum.
Günün Şiiri
Ağıt
Göz gamın ne olduğunu bilseydi,
gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
padişah bu acıyı duysaydı;
göz gece demez gündüz demez ağlardı,
gökler yıldızlara, güneşle, ayla
gece demez gündüz demez ağlardı.
padişah bakardı ününe,
tacına, tahtına, tolgasına, kemerine,
gece demez gündüz demez ağlardı.
Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı,
uçan kuş avlanacağını bilseydi,
gerdek gecesi bu özlemi görseydi;
gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı,
uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı,
gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı.
Zaloğlu bu zülmü görseydi,
ecel bu çığlığı duysaydı,
cellâdın yüreği olsaydı;
Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı,
ecel bakardı kendine ağlardı,
cellât, yüreği taş olsa, ağlardı.
Kumru, başına geleceği duysaydı,
tabut, içine gireni bilseydi,
hayvanlarda bir parça akıl olsaydı;
kumru selviden ayrılır ağlardı,
tabut omuzda giderken ağlardı
öküzler, beygirler, kediler ağlardı.
Ölüm acılarını gördü tatlı can,
koyuldu işte böyle ağlamaya.
Olanlar oldu, gitti dostum benim.
şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var.
öylesine topraklar altında kalmışım
Mevlana Celaleddin RUMİ
Bu Şiir Ondan Utanıyor
Bu ne güzel koku böyle,
bu ne güzel koku.
Gül bahçesinden yoksa gelen o mu?
Gece mi bu gelen, misk mi bu, amber mi bu?
Bu ne güzel koku böyle,
bu ne güzel koku.
O pazardan tezcecik yoksa o mu geliyor,
yoksa güzelimiz geri mi geliyor ne?
Bu nasıl yüz böyle,
bu nasıl ışık?
Bu nasıl ay böyle,
bu nasıl güneş?
Mağradan mı çıktı,
dağdan mı iniyor,
o yalnızlığın adamı,
o dost?
Boş yere arama şarap testisini sen.
Koklama onun ağzını sen boş yere.
Şu meyhaneciden mi geliyor sandın onu;
dostum, onu sen kendin gibi belleme.
Yolda o yapayalnızsa ne olur?
Başında sarık yoksa ne çıkar?
Ne bundan güneşe bir leke olur,
ne ayın gösterişine zarar.
Bu gece uyuma dostum, uyuma.
Bir kolayına getir onu bul.
Sarhoşlar meclisine hep böyle geceleyin gelir o.
Bu gece uyuma dostum, uyuma.
Biz duvara asılı duran resimleriz.
Bizi yapan ressamın varlık şavkı
duvarın üzerine bir vurdumu,
bakarsın o anda canlanıvermiş, kımıldanmışız
Onun selvi boyu bir göründü mü,
bakarsın dünya güllük gülistanlık.
Kalktı bir salındı, kendinibir gösterdi mi.
bakarsın kıyamet koptu gitti.
Bakarsın Calinus gibi hastalar ülkesindendir o.
Bakarsın hayret yurdunda dolaşır hastalar gibi.
Sustum artık ben,
sustum artık
Bu şiir utanıyor ondan.
Mevlana Celaleddin RUMİ
Günün Fıkrası
Temel, karısı Fadime’yi bademcik ameliyatı yaptırmıştı. Hastaneden taburcu edilirken, Doktor Temel’e bazı tavsiyelerde bulunur ve son olarak der ki: “Aslında bu ameliyat gecikmiş, daha çocukken yapılmalıydı.” Temel hemen söze girer: “Faturayı o halde babasına gönderin…”
Günün Sözü
Gürzü kendine vur. Benliğini, varlığımı kır gitsin. Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer. Birisi güzel bir söz söylüyorsa; bu dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.
Mevlana
Beraber ağlamaktaki tatlılık kadar hiçbir şey kalpleri birbirine bağlayamaz.
Rousseau