Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bayan korona bu günlerde görünmez oldu. Sanki hiç yokmuş gibi davranıyor herkes ve tabi krizi yönetenler. Aslında o sinsi değil açık ve net “buradayım” diyor. İster görün ister görmezden gelin. Maskeyi taktın, aşını oldunla bitmiyor hiç bir şey çünkü okullarda her sınıfta en az iki kovitli öğrenci var sorup soruşturduğuma göre ancak beş öğrenci olursa sınıflar kapatılıyormuş. Korkunç bir şey söyleyenlerin yalancısıyım.
Bir hasta on sağlamı hasta yapabilir bunu herkes biliyor. Bu yetmezmiş gibi Açık öğretim sınavları yapıldı geçtiğimiz günlerde uygulamalı olarak, kovit olanlar ayrı sınıflarda sınava girmiş Gözetmenler gerekli önlemleri almış-mış… Merak ediyorum kaç hasta sınava girmiş olabilir? Olacak şey mi bu, adı üstünde hasta, üstelik kovit.
Bu öğrenci sınav salonuna gelene dek en az iki araç değiştirecek, tabi hastalıktan başını kaldırabiliyorsa? Hadi kaldırdı diyelim otobüs, vapur şu bu derken kaç kişi ile temas edecek hiç bunların hesabını yaptı mı acaba bu sınavları koyanlar? Belli ki korona hanımı denetlemekten vazgeçmişiz hep birlikte.
Hasta olanların sınavı ertelenemez miydi? Ya da başka yolu bulunamaz mıydı? Emre, kardeşimin oğlu Türkiye’nin en iyi okullarında okumuş, on parmağında on marifet ama ne işe yarıyor? İş yok, güç yok. “Bari açık öğretime yazılayım tasarım üzerine iki yıl okuyayım” dedi. Dersini çalıştı, sınava hazırlandı ama gelin görün ki genç çocuk “pat” dedi korona hanıma yakalandı iki aşı olmasına rağmen… E şimdi ne olacak? Orası İstanbul öyle okullar elinin altında değil. İki adımda gidesin.
Ve tabi çocuk sınava girmedi, gerçi telafi sınavları var ama gidenler acaba eve nasıl döndü merak ediyorum?
Aslında sinirliyiz, aslında üzgünüz, aslında yorgunuz. Zaten pahalılıktan, faturalardan, hiçbir şeye yetişememekten, adaletsizlikten ve en önemlisi kendini terk edilirmiş hissetmekten bitkiniz. Evet, büyüklerimiz bizden vazgeçmiş gibi görünüyor. Eh seçim hazırlıkları ile meşguller yetmez mi? Ama keşke herkes nasıl konuşacağını bir bilebilse?
Tabi önce üslup diyenlerin modası çoktan geçti en acayip dili kullanmak moda oldu. Ve tabi yalnız dil değil birbirimize saygımızı, sevgimizi, güvenimizi yitirdik. Günlük koşuşturmanın acımasızlığı, hayatımızın odak yerine yerleşti.
Ve karamsarlık; insanın düşebileceği en korkunç açmazlardan biri, ara sıra öyle olsak ta bunu alışkanlık haline getirmemek umudu ile sağlık ve sevgiyle kalalım sevgili okuyucularım, ayrımsız, gayrımsız her zaman, hep birlikte… Yase
Efsane Hikayeler – Sarmaşık ve Günebakan
Bir bahçede yaşayan günebakan, güneşe aşıkmış. Her gün sabahı sabah eder, sevdiğinin yüzünü görmek için büyük özlem duyarmış. Güneş de ona aşıkmış. Ama uzaktan uzağaymış sevgileri, birbirlerine açılamadan, bakışmalarla duygularını ifade ediyorlarmış. Bu bile yetiyormuş onlara.
Güneş her sabah sevdiğini görmek için en mutlu, en parlak, en sıcak ışıklarını saçarmış. Günebakanın da sevgisi o kadar güçlüymüş ki, güneş ne tarafa gitse yüzünü o yöne çevirir, akşam güneş gittiğinde ise, büyük bir kederle başını öne eğer,tekrar sabahın olmasını beklermiş.
Tüm sevda hikayelerinde bir arabozan olur ya? Aynı bahçede yaşayan sarmaşık da günebakana aşık olmuş. İçten içe onu seviyormuş, sevgisi o kadar büyükmüş ki, günebakanın başka bir yere bile bakmasına dayanamıyormuş. Onun güneşe olan tutkusu çıldırtıyor, kıskançlıktan çatlıyormuş. Onu kendime nasıl çevirebilirim düşüncesindeymiş. Sonunda onu sürekli kendime çevirebilirsem belki bana aşık olur, benden başkasını gözü görmez, güneşi göremezse onu unutur diyerek, her şeyi göze almış ve günebakanın vücuduna sımsıkı sarılmış.
Günebakan güneşe bakmak için çabaladıkça sarmaşık sımsıkı kollarıyla onu kendine çevirmiş. Zavallı günebakan ne yaparsa yapsın boşunaymış. Sarmaşık onu çok sıkıyormuş, derdini bir türlü anlatamamış, aslında güneşe aşık olduğunu, sarmaşığı sevmediğini söyleyememiş. Güneş de kahroluyormuş ama o kadar uzaktaymış ki bir türlü sevdiğine yardım edemiyormuş.
Sarmaşık karşılıksız da olsa günebakana yakın olmanın, ona sarılabilmenin mutluluğunu yaşıyormuş. Ama onu ne kadar incittiğinin, ne kadar kederlere ittiğinin, ne kadar zayıflattığının farkında bile değilmiş. “Olsun, zamanla beni sever” diyormuş. Bir sabah güneş doğmuş yine ama günebakanın başı yere eğikmiş, saatler geçmiş, hala günebakan hareketsiz başı önündeymiş. Sarmaşık güçlü kollarıyla sarsmış onu ama günebakan hareket etmiyormuş. Günlerdir sarmaşığın sımsıkı sarılı kolları, onu nefessiz bırakmış, bir şey yapamamanın çaresizliği, onun yaşama olan bağlılığını koparmış, hayattan zevk alamaz olmanın haliyle günebakan ölmüş.
Sarmaşık o zaman anlamış yaptığı yanlışlığı, onu çok sıktığını, aslında buna hiç hakkı olmadığını anlamış anlamasına ama iş işten geçmiş. Onu ebediyen kaybetmiş.
Eskiler der ki; “Her zaman aramızda sarmaşıklar bulunur. Hiç hoşlanmadığımız halde bizi kendilerine zorla bağlamak isterler. Bizim onu istemediğimizi anlamaz ve bizleri sıkarlar. Bazı insanlar onu kırmamak için, onu istemediklerini söyleyemez ama yaşadığı sıkıntıyı da içine atarlar, zararı kendilerine olur. Bazısı da direkt olarak söyler onu hiç sevmediğini, onun bu sıkma huyundan hoşlanmadığını, bu defa sarmaşık kırılır”
Uzun lafın kısası her zaman güneş, günebakan ve sarmaşığın hikayesi yaşar ve yaşamaya devam eder, nesilden nesile anlatılır.
& & & & &
Dervişin Sahibi
Vaktiyle bir derviş berbere gider. Berberden saçını dibinden kazımasını, sakal ve bıyığını kısaltmasını ister. Tereddütsüz bir şekilde berber koltuğuna oturan derviş: “Vur usturayı berber efendi!” der.
Berber, dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş de aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak: “Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!” diye kükrer.
Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Ses çıkarmaz, biraz çaresiz, biraz mütevekkil usulca kalkar yerinden. Berber, bu gariban müşterisine karşı mahcup olmakla beraber kabadayının pervasızlığından da korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı, tıraş esnasında da boş durmaz; sürekli aşağılar dervişi, alay eder: “Kabak aşağı, kabak yukarı!..”
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası, yokuştan aşağı hızla kabadayının üzerine doğru gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına batıverir. Kaşla göz arasında babayiğit kabadayı oracığa yığılır kalır, ölmüştür. Herkes bir anda olup biten bu olayın hayret ve şaşkınlığı içindedir. Berber de şok olmuştur; bir manzaraya, bir dervişe bakar ve dervişin beddua ettiğini düşünerek gayr-i ihtiyarî sorar: “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir: “Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, kabağın bir de sahibi var. O gücenmiş olmalı!”
Günün Şiiri
Bir Gün
(Ölüm İlişkileri’nde yaşayanlara…)
Bir gün, tıpkı karşılaştığımız gece
benim olduğun yaşta, bana dönmek isteyeceksin;
yüzünde solmuş kaç sabahın birikintileriyle,
yorgun olmaktan çok, aşınmış;
yüzüme kapattığın onca kapıyı
artık omuzlayamadan,
seslenmek isteyeceksin.
Zamana diş bileyeceksin o gün, belki ilk kez;
bir zamanlar dokunulmazlığına inandığın için,
yanlış çıkarttığın bütün günahların ağırlığıyla.
Hep izlerinin sürdüğün yüz ve ten çizgileriyle
insanlara yaş biçtiğin günleri anımsayacaksın,
hani titreyen parmaklardaki sıcaklığı hiç duyamadığın.
Bir gün, tıpkı karşılaştığımız gecede olduğu gibi,
dirseklerimizin birbirine değmesini isteyeceksin,
onca çizgi peşinde koşmanın günahını
artık en bulanık aynalara bile çıkartamayarak.
Yaşamından gelip geçmiş olanları sayacaksın;
hep bir iki geceliğine,
bedeninde otel gibi kalmış olanları,
en kısa ömürlü sevgilerin imzasını bile
hiçbir sayfana atamadan
ve sonra bir de gerçek yitirdiğini;sana
yüzlerindeki çizgilerin ardından,
en duyarlı kalemlerle, yalnız sana giden
yolların haritalarını çizmiş olanları.
Bir gün, tıpkı karşılaştığımız gece
benim olduğum yaşta, beni arayacaksın,
solmuş onca haritanın çizgilerini
aşınmış bakışlarınla seçmeksizin.
Ahmet CEMAL
Merdiven
Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…
Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…
Ahmet HAŞİM
Günün Fıkrası
Neden Yuttun?
Küçük Temel yolda bir hamile hanıma rastlar. Ardından yürür bir an. Sonra dayanamaz sorar, karnını göstererek; “Orada ne var?”
“Bebeğim.”
“Onu çok mu seviyorsun?”
“Evet?”
“O zaman neden yuttun?”
Günün Sözü
Dehanın ilk ve en büyük şartı, gerçeği sevmektir.
Goethe
Vahşiler hariç, bütün insanlar, kitapların hükmü altındadır.
Vatana sadakatla hizmet edenin atalara ihtiyacı yoktur.
İyiliği Başa Kalkan Kimsenin Kusuru Ödülünden Büyüktür.