Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Sakin huzurlu bir sabaha uyanmak nerdeyse hayal olacak bu zamanda. Her saniye yeni bir gündem, her değişen gündemle değişen ruh durumu? Hiç değişen ve yakan ruh durumlarına girmeyeceğim. Zaten yeterince incitildik. Hırpalandık. Her zaman söylerim. Ve böyle yaşarım. Hep yeniden hep yeni baştan… Her şey geçiyor ve geçen geçmişte kalsın diye düşünüyorum. Her “an” bir başka şeye gebe ve bunu yaşamak gerekir geçmişe takılıp kalırsak zararımız katlanmış olacak diye. Hayatımızın zaten bir bölümünü kaçırdık yaşanmadan geçmişti zaman. Şimdi aynı hataya düşmek istemiyorum. Zamanımı yaşamak ve “an”larımı kaçırmamak istiyorum. Yüz milyonlarca kez kaçmayı yok olmayı kafaya takmış olsam da, yaşamın kıyısından vurmuş olsam da sahile. Yinede “an”lara sarılmadan yapamıyorum. Sanırım bu bir hediye yaşanmışlara karşın bir gönül alma.
Geçenlerde düşünüyordum. Çocukluğumun en kaygısız olması gerektiği zamanlarda, korkunun egemenliği sürüyordu küçük omuzlarımda. Bir korku ki, onu gizlemek ondan beterdi. Çocuklar acımasız derler o zamanlar bunu bilmezdim. Ama yinede gizlerdim elimden geldiğinden daha çok korkularımı onlardan. Gururumdan mı gizlerdim, yoksa kendimden mi? Bunu düşünmezdim o zaman. Büyük olasılıkla kendimden gizlerdim, yaşarken korkularımı, yaşamamış gibi davranarak. Unutmak istemek unutturdu zaten onları. Bir köşe başında anımsatana dek… Bir sokak arasında her hangi bir taşıt aracında ya da bir tek seste.
Çocukluğumun korkuları yerini büyüme sancılarına bıraktığında, onlar gömüldü hafızanın karanlığına. Büyüme sancıları yerini hepsinden daha büyük korkulara terk etti. Daha dizlerimdeki ağrılar geçmeden ruhumda yaralar açılmaya başladı. Birini gömemeden hafızanın karanlığına diğeri saldırdı. Ve birden durdu. Sanki tıp dedi dünya. Panzerler yüreğimizden geçerken. Evet durdu, lal oldu dillerimiz, lal oldu beynimiz, düşüncelerimiz. Dağıldık hallaç pamuğu gibi dört bir yana. Ve inancımız biz daha ne oluyor derken bizi bıraktı gitti.
Ve yine düşünüyorum. Korkular bırakmadı peşimizi. Ölüm korkusu bu kez yapıştı yakamıza… Ve olan oluyor, korkular bir, bir gerçekleşiyor. Daha çocukluğundakini silememişken hafızandan, yenileri üst üste yığılıyor.
Doğanın yaptığını sineye çekerken, insan insana nasıl bu kadar korku salabiliyor onu gördük ama sorgulayamadan yara bere almış olarak bir zaman dilimini geçmişte bıraktık. Ondan bize kalan yalnızca haksızlıklar, acılar ve boşa geçmiş bir gençlik. Ve yine en beteri korkunç bir korku ve ondan beteri inançsızlık doğru bellediğimiz her şeye dair.
Ve zaman akıp giderken korkuların egemenliğinde… Biz kendimizi insan olarak eğitmeye devam ettik bütün yaşadıklarımızla birlikte. İstedik ki, yaşarken korkuları ve yitirdiğimiz yılları bu bitmeyen yaşam aşkını yitirmeyelim. Kendimizi insanlık aşkı ile tedavi edelim. O aşk ki bize en büyük kötülüğü yapan, korkuların karabasanında yaşatan. Ancak aşk aşktır ve onun en güzel tarafı ile beslemeğe her zaman büyük önem verdik. Şimdi aşkımız büyük, kendimize inancımız yerinde, ancak geldiğimiz noktada korkularımızla yüzleşmek bize acı veriyor. Açmak istiyoruz sandıkları ve teker, teker tutsaklıklarından kurtarmak bütün korkuları ve tortularını… Ancak onların yerini başkaları doldurur diye her zamankinden çok onların üzerini örtmeye yaşanmadıklarına ve yaşanmayacaklarına dair inanç üretmeye çalışıyoruz. Ve elimizde olan aşkı yitirmemek için bütün koşulları zorluyoruz çünkü bizi yaşama bağlayan tek o var ve belinden omuzlarından ona sımsıkı sarılıyoruz.
İnsana dair ne varsa bizi üzen, onu sevgiye çevirmeye çalışıyoruz ve anlar bu yüzden çok ama daha çok önem kazanıyor. Ve yaşamın kıyısında yaşarken insan ve “an” bizi ayakta tutuyor her şeye rağmen. Ve yine hep yine dönüp gelip yine yaşama bağlıyor. Ve sevgili okuyucularım sağlık ve sevgiyle kalın. Yase
Şubat Güneşi
“Ah Zeynep ah bilmiyorsun. Prensesim. Aa, dur bakim senin ateşin mi var? Evet, yanıyorsun sen, özür dilerim.” “Neden özür diliyorsun? Hem öyle yanmıyorum ya, bir şeyim yok, bırak artık alnımı yoklamayı.”
“Zeynep lütfen rahat durur musun? Sürekli kıpırdanıp duruyorsun.” Ahmet eğilip kızın alnına dudaklarını dayadı sonrada hafifçe öptü. “Evet, küçüğüm ne yazık ki ateşin var. Ateşini düşürmemiz lazım. Bu gibi durumlarda ne yaparsın?” “Bir aspirin alırım o kadar biraz terleyince de geçer gider. Yani ben öyle nazlı niyazlı değilim. Annem Sen “Şubat Güneşi” gibisin derdi. Şubat güneşi hava ne kadar kötü olursa olsun illa bir yerlerden doğar ve etrafı ısıtır derdi.”
“Annen ne kadar güzel söylemiş. Dur sana bir aspirin bulayım. İnşallah evde vardır.” Battaniyeyi üzerinden atıp kalkınca, ona yaslanmış olan kız birden dengesini kaybetti. Ahmet yetişip başının altına bir yastık koydu. “Hemen geliyorum” diyerek eline bir mum alıp banyoya gitti. İki dakika sonra kızın yanına döndü elinde bir bardak su ve ateş düşürücü hapla.
“Hadi Şubat Güneşi al şunu yut ve hemen parlamaya başla yeniden, benim için, yoksa çok üşüyeceğim burada sen yatarsan.” “Çok komiksin ama çokta hoşsun teşekkür ederim Ahmetçim. Annem söyleyince de çok hoşuma giderdi. Kendimi çok özel hissettiriyordu bu tanım. Ama haklıyım dimi? Yani kaç anne çocuğunu böyle tanımlar?” “Kaç annenin senin gibi çocuğu var ki?”
“Şımartma beni hasta falan değilim biliyorsun” diyerek güldü sonra “nerden biliyorsun ki olmadığını, üstelik beni ne kadar tanıyorsun ki, aslında şirret bir şeyim ben” diyip halsizce doğrulup aspirini ağzına attı üzerine suyu içti ama yutarken zorlandı. Her zaman zorlanırdı zaten. Bardağı Ahmet’e uzatırken “çok teşekkür ederim” dedi. “iyi ki beni buldun, ya beni görmeden geçip gitseydin?”
“Mümkün mü, seni görmeden geçip gitmek şirret şey? Karanlıkta bile enerjini yaymıştın geçiş alanıma. Buna karşı koymak herkesin harcı olmasa gerek! Ama tabi yinede iyi ki seni görmüşüm. Yoksa şimdi kiminle konuşuyor olacaktım? Hadi az çekil de yanına uzanayım. Seni ancak böyle ısıtabilirim.”
Kız duvara doğru kendini çekince Ahmet yanına uzandı. Uzanır uzanmazda kıza sarıldı. Zeynep kendini kötü hissediyordu. Çok yorgundu ve uyumak istiyordu ama buna rağmen içinde bulunduğu durumu doğru bulmuyordu. Ahmet bunu anlamış gibi, “Rahat ol Zeynepçim korkma bunda yanlış bir şey yok” dedi.
Kızın başını göğsüne çekerek “hadi uslu, uslu uyu şirret küçüğüm” dedi. Dudakları kızın alnında dolaşıyordu. “Acaba nemli bir bez mi koyalım alnına, koltuk altlarına?” Zeynep “Sakın” dedi. “Zaten çok üşüyorum.” “Canım benim ya hem ateşin var hem de üşüyorsun hem de hiç belli etmiyorsun.” “Of ya abartma iyiyim neden durup dururken vızıldayayım ki? Ama şimdi üşüyorum sadece.” “Zeynep bir dakika yalnız kalabilir misin, balkonda bir bakayım odun var mı?”
“Sonra Oya’yı gördün mü?” “Bırak şimdi Oya’yı korkmazsın değil mi?” “Hayır”
Ahmet hemen kalkıp arka balkona çıktı etraf zifiri karanlıktı, yağmurda durmadan yağıyordu. Köşede kova içinde birkaç düzgün kesilmiş odun parçası buldu el yordamı ile. Kovayı alıp hemen içeri girdi. Odunları şömineye yerleştirdi odunlar yanmaya başlayınca. Etrafı yeniden neşeli bir sıcaklık kapladı. Ahmet gelip diz çöktü Zeynep’in uzandığı koltuğun önünde. Dikkatle kıza baktı mumların titrek ışığında Zeynep hayal gibi şeffaf görünüyordu. Elinin tersi ile kızın alnına dokundu.
“İyi misin Zeynep?” Arkası Yarın
Günün Şiiri
Aç Kuşlar
kana boyandı kirmenimde yün
kuşmarlara, tuzaklara düştüm
menevişlendi durgun sularım
sedef
bir bıçak aldım dostlar
güneşi yiyorlar
aç kuşlar.
aç kuşlar, yorgun işçi
yeni çıkan vardiyadan
elliyorlar yıldızların
kınasını.
aç kuşlar, topraktan
güneşi bakır bir kap gibi
kalaylıyorlar.
bense, toy bir çırak
kırık keman
paslanmış tabanca
küflü bir an
kurutulmuş papatyalarla
kitabın ortasında
hayat, aşıp geçiyor
bütün kitapları
yeni acılar gerek
yeni aşklar
yaşamaklar ve anlatımlar
beklemiyor bizi
hiçbir şey
hiçbir yerde
solgun hercaimenekşe
ve buna, buğulanıp çarpıyor
benimle birlikte
buzlu bir camın arkasında çarpıyor
buğulanıp.
sesim dişlilerin şarkısına karışıyor.
Behçet Aysan
Günün Sözü
Düşmanlarından ziyade arzularını alt edeni daha cesur sayarım, çünkü en zor zafer kendine karşı alınandır.
Aristo