Günaydın sevgili okuyucularım. Bu sabah erkenciyim, neden mi? Arka taraftaki dayanılmaz gürültüden. Tamir mi yapıyorlar ne yapıyorlar bilmiyorum ama kapalı kapılardan ve pencerelerden içeri girebilen bu gürültüden zavallı başım patlama noktalarına geldi. O her zamanki kendini kapama yöntemine başvurdum hani istediğimde kör sağır dilsiz olabilirim demiştim ya işte o yöntemi denemeye kalktım tamam çok güzel duymuyorum ama dünyada da değilim. Yazılarım var yapacağım bin türlü iş var hepsine yetişmem gerek.
Bu yüzden kahvemi içerken yine en kuytu koltuğumu kullandım hiç düşlere eskiye gitmeden, içtim kahvemi ayaklarımı altıma alıp uyumak isterdim, çünkü sesleri kesmiştim hiç gürültü yoktu ve ben uykuya çok meyilliydim. Ne oldu anlayamadım kalkıverdim elimde kahve fincanı. Televizyonda kanal taramasına girdim bir şey yok. Ne aradığımı da bilmiyorum ya zaman öldürüyorum resmen. Ama uykumu alamadığım için konsantrasyon bozukluğumda olabilir. Büyük olasılıkla öyle… Buna rağmen bu günkü yazımı düşünmeğe çalıştım “bugün ne yazayım” diye.
Oysa ben hiç düşünmem otururum yazarım ya da yazdırılırım çoğu zaman hatta her zaman yazdırılırım çünkü benim düşüncelerimi ne biliyor elim hiç anlayamadım klavyede gider gelir gider gelir ve yazı çıkar ortaya ne vardı aklımda ne yazdım falan durumları doğar. Aynen bugün gibi… Bugün ben kokuları yazacaktım hani o hayatımızı neşelendiren, ısıtan kokulardan. Ben kedi burunluyum bu artık kesin. Her koku benden sorulur. İyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Hem iyi hem kötü bu da kesinlikle doğru… Örneğin bazı parfümlerin kokuları beni öyle kötü etkiler ki anlatılacak gibi değildir. Beni etkilediği gibi gösterdiğim tepkiden başkalarını da etkiler. Bu yüzden zararları katlanır.
Benim bugün sözünü etmek istediğim kötü etkilenmeler değil hayatımızda yeri olan kokular. Sevdiğimiz her şeyin kokusu var sevmediğimizin de. Tam şimdi tanrım bu bir ceza olmalı tam içimizi ısıtan kokulardan söz edecem yandaki odadan alnımdaki damarları büzüştüren başıma kan götüren, damarlarımı kasan vernik kokusu geliyor bu gerçekten bir ceza olmalı?
Bazen gürültüleri duymayabiliyorum ama kokuları asla es geçemiyorum, aşırı tepki veren bağışıklık sistemimden. Bağışıklık sistemi dedim de o da başka bir dert. Sevgili arkadaşlarımdan biri can dostum bu günlerde İstanbul’da hastane hastane geziyor bağışıklık sisteminin iflasından ötürü. Çektiğimiz hastalıklar ölümler yetmezmiş gibi birde bu arkadaşımın hastalığı çıktı. Şimdi bu eşitsizliğe bakar mısınız, benim bağışıklık sistemim istendiğinden çok, arkadaşımdaki hiç yok ne olurdu benimkinin yarısını ona verebilsem? Elimden gelse canımın da yarısını verebilsem!!
İşte bu bağışıklık sistemi alerjik tepkiler beni bazen çok ama çok etkiliyor. Şu an duyduğum üzüntü aldığım kokudan daha baskın olduğundan vernik kokusunu daha az algılıyorum ya da koku dağıldı. Neyse yine o içimizi ısıtan kokulara dönelim. Hepiniz bir durun ve düşünün içinizi sımsıcak yapan güvenle sarıp sarmalayan algıladığınız ilk koku neydi? Birçoğumuz anne kokusu diyebiliriz. Değil mi? Dün yine bebekli bir evdeydik ah bu bebekler yok mu bu minik mucizeler benim hayatımı güzelleştiren neşemi yerine getiren varlıklar. Hemen kucağıma aldım. Kokusunu içime çektim derin derin bu bebek birazcık bebek karışımı fesleğen kokuyordu. Sanırım fesleğenlerin olgunlaştığı bir bahçede oturduğumuzdan. Bunu söylediğimde herkes garip garip baktı onlar benim gibi algılamıyorlarmış. Fakat ben onu sürekli bu kokuyla anımsayacağım içimi ısıtan serin yanaklarını tombul ellerini, kocaman şaşkın bakışlarını, fesleğen karışımı kokusundan anımsayacağım. Annesini istedi süt emme zamanı gelmişti. Ağzını gömdü büyük bir iştahla annesinin göğsüne o an ne kokusu alıyor diye düşündüm süt karışımı anne kokusu mu? Şu anda yani dünyada daha üç aylıkken anımsaması mümkün değil tabi ama ondan sonraki bütün kokuların karışımı anne kokusu mu olur?
Sevginin kokusudur var mıdır? Ya şefkatin, dokunmanın, güvenin kokusu? İşte bütün bunların herkese değişik gelen kokusudur anne kokusu zahar. Bu bazen tere karışmış mutfak kokuları ile olgunlaşmış olsa da. Herkes bir şişede annesinin kokusunu koruyabilir mi, istendiğinde sürünmek için? Bazı akşamlar yatağıma yattığımda ansızın hiç aklımda yokken bir esintiyle gelir ki burnuma Anne diye fırlarım yataktan. O koku annemin kokusu yalnızca onun istediğimde şişenin kapağını kaldırıp annemin kokusunu sürünemem. Ancak o beni ziyaret eder. Ama onun sıcaklığı hiç gitmez. Sizin annenizin kokusu nasıl? Anneniz varsa daha iyi bilirsiniz size geçmişten gelmez hemen yanı başınızdadır ve sevdiğiniz bir yemeğin kokusu ohhh ne huzur verici. Onun ellerinden çıkan bütün evi saran birde kahve kavurmuşsa oh huzurun kokusu da bu olur herhalde güvenle birlikte.
Birde fırın kokuları vardır. Ben okula giderken fırının önünden geçmek zorunda kalırdım her sabah. Sabah kokuları beni hiç ilgilendirmezdi fakat öğlen dönerken o fırından yayılan kokular beni eritirdi de yemeğe asla yanaşmazdım. Okul yıllarım yarıdan çok aç geçtiğine göre demek ki olağan üstü bir iradeye sahiptim ya da depresif bir ruha ben kendimi ikincisine daha yakın bulurum her zaman.
Fırın kokuları başka bir yazıda yerini alacak çünkü gerçekten önemli kokulardır onlar. Birde çocukluğumda banyoda kullanılan sabunlar güzel kokardı başka güzel yani bambaşka banyoda yanan kazandan çıkan odun kokusuna çıraya karışıp garip eksantrik bir karışım olurdu bu koku. Ben bayılırdım bu kokuya, başkaları bilir miydi bu kokuyu bilmiyorum? Bazen çok, bazen bu kokunun peşine düşerim hala odun sobası kullanılan banyoları olan ki çevremde hiç kalmadı ama ben yine de aranırım bu kokuyu. Hani Magdelena Hz İsa’nın ayak kokusunu bir kez almıştı da o kokuyu herkeste aramıştı bulamamıştı ya. İşte bende bazen unutamadığım kokuları böylesine aranırım. Başıma bir şeyler gelmedi bu yüzden ama gelmeyeceğinin garantisi var mı bu yüzden ben bu koku illetinden aslında hemen kurtulmalıyım.
Ve deniz kokusu… Dün arkadaşım İskenderun’un denizi bir başka kokar dedi. Evet dedim kesinlikle rüzgar denizden estiğinde balık kokusunu da taşır tuz kokusunu da. Fakat Gazipaşa’da deniz başka kokar. Onun kokusu serin ve ezik çam kokuludur. Bunu söyleyince herkes baktı yüzüme ezik çam kokusu nasıl olur diye birde deniz? Ne ilgisi varsa. Evet bizim Gazipaşa denizi ezik çam kokar. Çünkü bizim evin önünde ve yörede çok çam ağacı vardır. Gece ya da gündüz denizden rüzgar estiğinde çam kokusunu önüne katıp benim burnuma kadar getirir yalnız bana özel çünkü bizimkilerden hiç birisi bu kokuyu almıyormuş demek bana özel bu koku. Üzülmem mi gerek anlayamadım, kardeşime “bak iyi algılamaya çalış nasıl ezik çam kokmuyor mu?” “Çam bile olsa eziği nasıl oluyor?” Of ya istediğin kokuyu al” diyerek içime çekiyorum kokuyu.Arkadaşlarımda ağzıma bakakaldılar ezik çam kokulu deniz, fesleğen kokulu bebek? Garipliğime alışıklar ama yine de bakakaldılar Böyle bir şeyi ilk duyuyorlar. Fakat ben eminim bu kokuyu alan birçok okuyucum vardır lütfen varsa bana bildirsin.
Sevgili okuyucularım bu kokular sürecek daha anlatacaklarım bitmedi fakat sayfam bitti ve ben bazen sizi sıktığımı düşünüyorum inşallah sıkılmıyorsunuzdur. Görüşmek üzere hoşça kalın. Sevgiyle kalın. Yase
NOT: Yukarda kahvemi içtim kalktım ne aradığımı bilmiyorum demişim ya. Aslında ne aradığımı şimdi buldum. O kuytu koltukta otururken kapalı ağır perdelerin kitap kokusuna karışan halı ve hafif nem kokusunu aradım. Ama ne yazık güneşin kavurduğu evimizde bu kadar aydınlıkta o kokuyu bulamadım belki konsantrasyon bozukluğum ondandı?
Günün Şiiri
Gitmelerin Mevsimi
Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun…
İstemek de güzel
Can YÜCEL