Günaydın sevgili okuyucularım nasılısınız bu sabah? Yalnızlıktan güç almaya çalışmak aslında bencilliğin adı mı? Geceden beri bu soruyu soruyorum kendime. Dün hava çok soğuktu ama yinede çarşı Pazar doluydu. Cuma pazarına gidelim dedi kardeşim hava soğuk ama güneşli üç dört durak önce iner pazar yerine dek yürürüz dedi. Böylece iki işi birden yapmış oluruz. Doğru İstanbul’da bir yerden bir yere giderken sürekli otobüsten in otobüse bin ve gideceğin yerde ancak yarım saat oyalan buna rağmen akşama ancak evde ol durumları yaşadığımızdan çoğu zaman şöyle gönlümüzce upuzun bir yürüyüş yapamıyoruz.
Bizde çarşı pazar dolaşmak zorunda olduğumuz durumlarda birkaç durak önce iniyoruz. Durakların yürümeye müsait olduğu yerlerde tabi, çünkü her tarafta yürümenizin olanağı yok. Dün de böyle yaptık. Otobüsten indiğimizde sıcaktan bunalıyorduk kalorifer ve kalabalık sizi resmen mayıştırıyor. Sokakta hava aniden çarpınca yüzümüze derin bir oh çektik. Ve adımlarımızı hızlandırarak kaldırma da yürümeye başladık. İkimizin de burnu yanakları kızarmış gözlerimizden yaş gelmeye başlamış olmasına rağmen üşümüyorduk. Çarşı pazar gezmeleri benim işim değil sizde biliyorsunuz. Ama yinede bazen işim olmayan şeyleri de yapıyorum hemen hepiniz gibi. İstanbul’un en büyük pazarlarından biri olan Cuma pazarı her zamanki gibi tıklım, tıklım rengârenk ama biz yalnızca seyirciyiz. Sanki pazara sırf kalabalık yapmak için gelmişiz şuna buna uzaktan bakıp hemen pazardan çıkarız. Çıkarken de resmen söyleniriz; “Herkes için bir şeyler var neden biz bir şey bulamıyoruz?”
“Eğer ihtiyacımız olsaydı bizde bir şeyler bulurduk zahir” diyorum. Düşünüyorum da şimdi alış veriş yapan bu insanların kaçı sırf ihtiyacı olan bir şeyi almış olabilir? diye. Ve sanıyorum ihtiyaçtan çok alışveriş tutkusu, yaptırıyor insanlara bu garip harcamaları. Oysa biz çoktan bu tutkudan yakamızı sıyırdık çok şükür. Çok güzel bir şey bulsak ta onu nerde kullanacağımızı soruyoruz kendimize ilk anda. Arada sırada kullanabilirim dediğimiz şeyi almıyoruz artık. “Kesinlikle kullanacağım ihtiyacım var ve onun için buradayım” dediğimiz şeyi alıyoruz. Ve çoktan beri ihtiyacımız olan bir şey yok. Kitaptan başka, eskiden simit alırdık hatırı kalmasın diye pazarların. Ama şimdi? “fırından yeni çıktı, çıtır, çıtır” diyen simitçiyi görmezden gelmeye çalışıyoruz; içimiz gide, gide. Görmezden gelmeye çalışıyoruz Çünkü para vererek kilo satın almayı da bıraktık havalar soğudu soğuyalı. Soğuk havada hareket alanınız daralıyor ister istemez. Ve hareket alanımız daraldığından beri yiyeceklerimizi yarıya indirmek zorunda kaldık.
Ve insan bazen kendine “dur” demeyi bilmeli diyorum. Örneğin şu an güneş parlıyor. Ve tam da deniz havası… Kardeşim “hadi gidelim” diyor. Başımı kaldırmadan yazımdan “hayır” diyorum. Çünkü “evet” demek için “hayırdan” daha büyük bir isteğimin olması lazım. Ama şunu da biliyorum ki bazen çok naz niyaz ettiğimiz yerlere gittiğimde “a iyi ki gelmişimde” diyebiliriz. Bunu da göz ardı etmemek lazım.
Neyse daha sağlığım yerine gelmedi ve dün gece kötüydüm ve okunmayı bekleyen kitaplarım var. Ve şimdi baştaki soruya geliyorum. Yalnızlıktan güç almaya çalışmak aslında bencilliğin adı mı? Belki evet. Dış etkilerden kaçıp kendine sığınmak kendini düşüncelerini, kimse ile paylaşmamak. Dış dünya ile arana bir set çekmek. Bencillik değil mi aslında. Peki, bencillik dediğimiz yalnızlığa neden sarılıyoruz? Her gün bayrağa sarılmış tabutlar geçiyor önümüzden silah arkadaşlarının omuzlarında ya da polisi arkadaşlarının omzunda. Bu görüntü klasiğimiz oldu adeta, aslında hiç alışmadığımız ama elimizden bir şey gelemediği için çaresiz kaldığımız bir manzara. İçimizi dağlıyor. O gidiyor.
Meclis geliyor gözümüzün önüne bir birine yakışıksız sözler söyleyen kocaman insanlar. O gidiyor yerine, kadınlar geliyor katledilmiş kan revan içinde yatan. O gidiyor patriotlar geliyor Almanya’dan Amerika’dan gelen. O gidiyor başkası geliyor o gidiyor başkası geliyor. Ve biz her gelenle daha çok yalnızlaşıp içimize dönüyoruz. Çaresizlik bizi kendimizi düşünmeye yönlendiriyor ve kendimizi ancak yalnızlıkta bulabildiğimiz için ona sarılıyoruz sımsıkı. Ve kendimize sarıldıkça kimseyi düşünmez oluyoruz, çarşıya pazara çıkmak benim işim değil diyorum ve çıkarsam bu da bencilliğimin göstergesi oluyor. Bir AVM’de umarsız dolaşmak şuna buna burun kıvırarak ya da elinde paketlerle dönüp gelmekte benim için bencilik oluyor kendimi düşünmek en az kendimi korumaya almak kadar bencilik gibi geliyor bana…
Elimde kitabım başımda berem dizlerimde battaniye kalorifer harıl, harıl yanıyorken sırtımda yüreğimde buzdan eller dolaşarak koltuğuma sığınmış başımın ağrısını Oktay İhsan Anlar’ın kitabı ile dindirmeğe uğraşırken bir yandan da bunları düşünüyordum evin içinde hareket varken ve TV’nin gürültüsü geliyorken aşağı kattan ve yukardan.
Bencillikten korkuyorum ama ona doğru itildiğimizin de ayrımındayım. Ve kendimi yine koruma altına almak istediğimden güzel günü ve güneşi görmezden gelmeye çalışıyorum. Kendimi o güneşte iyi hissetmek bana iyi gelmiyor çünkü güneşin olmadığı yerleri düşünüyorum. Kendimle kalmayı da bu yüzden seviyorum. Ve sevgili okuyucularım aslında bencillikten korkmakta bencilik. Neden kendimizi rahat bırakamıyoruz ki artık? Ve şimdilik sağlık sevgi birlik ve berberlikle hep birlikte kalalım diyorum. Yase
Hiç Hayallerinizden Sıfır Aldınız Mı?
Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını isteyen hocası..
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardı. “Neden “0” aldım?” diye merakla sordu hocasına, çocuk.. “Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal” dedi, hocası.. “Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız” ve ekledi: “Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. “Oğlum” dedi babası “Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!.” Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.. “Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin” dedi.. “Ben de hayallerimi..”…..
O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine “Bak” dedi, “Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah’ tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın.”
Günün Şiiri
VAY KURBAN
Dağlarının, dağlarının ardı,
Nazlıdır.
Uçurum kıyısında incecik bir yol
Gider dolana – dolana,
Bir hastan vardır, umutsuz,
Belki Ayşe, belki Elif
Endamı kuytuda başak,
Memesinin, memesinin altında,
Bir sancı, Bir hayın bıçak…
Ölüm bu, Fıkara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak.
Bir hastan vardı umutsuz,
Hasreti uykularda,
Hasreti soğuk sularda.
Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,
İki mavi, kocaman korku çiçeği,
Açar, derin kuyularda…
Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.
Hiç akıl edip de düşünen var mı?
Gün kimin hesabına tutar akşamı,
Rahmetinden kim demlenir bulutun,
Hayırlı evlat makina
Nasıl canavar kesilir.
Kurdun, karıncanın rızkını veren
Toprak nasıl ayartılır,
Yüz vermez topal öküze,
Ve almaz koynuna kara sabanı.
Sepetçioğlu’m kömür işçisidir,
Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif
Mal, haraç – mezattır,
Can, pazar – pazar.
Kırmızı, ak ve esmer,
Yumuşak ve sert buğdaları
Yaratan ellerin sahibidir bu,
Kör boğaz, nafaka uğruna,
Haldan düşmüş, tebdil gezer…
Dağlarının, dağlarının ardı
Nasıl anlatsam…
Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
Çırılçıplak,
Vay kurban…
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”
Yiğitlik, sen cehennem olsan bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu’dur ol hikayet,
Ol kara sevda.
Seni sevmek,
Felsefedir kusursuz.
İmandır, korkunç sabırlı.
İp’in, kurşun’un rağmına,
Yürür pervasız ve güzel.
Sıradağları devirir,
Akan suları çevirir,
Alır yetimin hakkını,
Buyurur, kitabınca…
Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uyanmasın dağ.
Bu yürek, ne güne vurur…
Kaçar damarlarından karanlık,
Kaçar, bir daha dönemez,
Sunar koynunda yatandan,
Hem de mutlulukla sunar
Beynimizin ışığında yeraltı.
Her mevsim daha genç, daha verimli,
Sunar, pırıl – pırıl, sebil,
Ömrünün en güzel aşk hasadını,
Elimizin hünerinde yeryüzü.
Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,
Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe
Şafakla doğan işgücü.
Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,
Ol kitapta böyle yazılıdır,
Ol sevda, böyledir çünkü…
Ahmed ARİF