Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Yazdan kalma bir gün yaşadı İstanbul geçtiğimiz Cumartesi sabahı önceki günlere inat. Kötü hava fırtına hortum deprem felaketlerinin dünyada hatta bulunduğumuz şehirde verdiği zarar ve can kaybı herkesi çok üzdü, bu günse sanki bütün bunlar yaşanmamış gibi etraf sakin günlük güneşlik deniz akıp gidiyor. Sanki o kadar canı yutan o değil!
O fırtına, o rüzgar, o hırçın deniz, kaç ailenin felaketi oldu. Kaç çocuğu babasız, kaç anneyi evlatsız bıraktı. Yağmur ve fırtınayı sevdiğimden dolayı kendimi suçlu algılatıyor bütün bunlar. Ve bu güzel günde günün güzelliğini kaçırmamak için kendimizi sokağa atmamız bana bencillik gibi görünüyor. Ama ne yaparsın ki her şeye rağmen hayat devam ediyor.
& & & & &
Etraf hınca hınç kalabalık… Otobüsler, tramvaylar, dolmuşlar bütün taşıma araçları tepeleme dolu, evde oturan tek kişi kalmamış gibi. Sizde bu keşmekeşe katılıyorsunuz. İşin garibi bu keşmekeş, bu yoğunluk sizi sıkacağına mutlu ediyor? Kalabalığın parçası olmaksa mutlu ediyor? Ancak buna rağmen ilk uğradığımız yer sessiz ve kalabalıktan uzak oluyor. Tabi ki bu yer sahaflar oluyor. Önce kitap bakalım sonra denize açılırız dedik. Sahaflar çarşısı Galata’da olan, haftanın her günü açık ancak Beyazıt’taki hafta sonu kapalı. Zaten onlar sahaflara yakışan tarihi binaya geçtiklerinden beri ne zaman uğrasam çok sessiz ve yalnız bulurum orayı, benim düşünceme göre sahaflar açık yerlerde ve ayak üzerinde olmalı. Meraklısı meraklı olmayanı o eski kitaplara, resimlere, gravürlere, kartlara şöyle bir elini dokundursun kokusunu alsın ve o bağımlılık yapan tadı bir içine çeksin ve asla bir daha eskisi gibi olmasın, önünden geçip gitmesin. Birkaç öykü kitabı aldık. Ve gemiye binip bir deniz havası alalım dedik yolumuza devam ettik, tabi kitap bakarken yine çok oyalandık. Sahaflardan sonra benim gitmek istediğim yer kesinlikle kapalı çarşı ve Eminönü. Oradaki kalabalık, oradaki gel git sanırım hiçbir yerde yok; birde günlerden cumartesi ise. Koşturan insanlar, balık ekmek kuyruğuna girenler, simit, kestane, ayran, gemi kuyruğunda olanların dışında, kaldırımlara oturmuş ya da deniz kenarındaki kırık dökük her an sallanıp duran demir korkuluklara dayanmış denizi ve deniz anlarını izleyen çevreden bihaber kolları belinde genç yaşlı insanlar ve annelerinin eteğine sarılmış çocuklar. Çeşit, çeşit giysili insanlar. Zamanınız varsa ki bundan önceki gelişlerimde vardı kardeşimle kaldırıma oturup elimizdeki simitleri kemirirken geçip giden insanları izlemiştik. Harika bir şekilde akıyor zaman ve insanların yerli yabancı nasıl değişik giyindiğine bakıyor şaşıyorduk.
Bir bakıyorsunuz seksen yaşında bir hatun saçları bembeyaz üzerinde acayip şekilli bir bluz, ayağında kısacık bir şort, ayaklarında kocaman topuklu terlikler, omzunda bez bir torba, gözünde iri gözlükler, öne yata yata gidiyor… Bir bakıyorsunuz şişman bir adam kocaman göbekli genç bir kızın koluna girmiş eliyle denizi işaret edip bir şeyler anlatıyor. Kızın üzerinde omuzlarından kayan ipekli pembe incecik desenli mavi bir elbise, ayaklarında spor ayakkabılar, saçları çok güzel kesilmiş adamsa düğmeleri çözülmek üzere dar bir beyaz gömlek, açık renk bir pantolon ve yine spor ayakkabılar giyinmiş “iyi ki bu ayakkabıları akıl etmiş” diye düşünürken tam önümüzden siyah peçeli biri geçip gidiyor hızla ve insanlar akıyor siyah, kırmızı, sarı saçlı, siyah türbanlı, beyaz atkılı, spor ayakkabılı, botlu, çizmeli, terlikli, marjinal, klasik, modern ve pejmürde ve hanım hanımcık İskenderun’da asla göremeyeceğim bir kalabalık ve renkli görüntüler. Ve her insan bir dünya herkesin kafasının içine girip o anda ne düşündüğünü ne yapmak istediğini ya da ne durumda olduğunu bilmek için acayip bir istek yükseliyor içinizden.
Öğrencileri bir bakışta anlıyorsunuz, taşradan gelen ve taşralı olmayanları anında ayır ediyorsunuz. Biraz empati yaparak onların bedenine, beynine girmeye çalışıyorsunuz az çok neler hissettiklerini anlıyorsunuz ve nerede olursanız olun ve ne kadar kalabalıkta olursanız olun birden ayrımına varıyorsunuz ki bunca kalabalıkta, yanınızda kardeşiniz, sevdiğiniz biri varken bile yalnızsınız ve bunu değiştirecek hiç bir şey yok yazdıklarınızın dışında. Ve kendini yalnız hisseden herkes yalnızdır. Kafasında dolaşan bin bir düşünce, istek, arzu ve ihtiyaca rağmen.
Ve İstanbul beni düşündüren, düşlere sürükleyen, isyanımı kurcalayan, haksızlıklarına, sokakta yatanlara, kenarda köşede solup giden büyümeden dilenmeye başlayan çocuklara ev sahipliği yapan gizemi ve gerçeğin ta kendisini içinde taşıyan, sevdiğim hatta çok ama çok sevdiğim bütün düzensizliğine bütün karmaşasına rağmen onu okumak ezberlemek belleğime nakşetmek istediğim, toprağına taşına, tepesine aşık olduğum hayran olduğum güzeller güzeli tarih kokulu dünyada tek şehrim. Yirmi yılı aşkın süredir ömrümün yarısını geçirdiğim ve kendimi sürekli içinde misafir ve nazenen algıladığım değerlim.
Ve bu değerlim aşkım İstanbul’da, Sahaflardan sonra Eminönü’ndeyiz, uzun bir yol aslında zaman mekan mefhumu güme gittiğinden kimse onu düşünmez bile. Vapura binelim diyorum kalabalığı yarıp iskeleye doğru ilerlerken deniz havasını çekelim içimize. Balık ekmek kokusuna karışan mis gibi sımsıcak kestanelerin kokusu, burnumuzda tüterken itile, itile iskeleye varıyoruz. Bir kalabalık ki şimdiye dek pek rastlamadığım türden. Dışarıda oturuyoruz martılar uçuşuyor simit kırıntılarına doğru, keskin çığlıklarla geminin hareketi ile kabaran sular arkada kalan güzellikler milyon kez aynı yerden vapura bindim de milyon kez hep yeniden ve ilk binmişim gibi olurum. Makinemi ayarlayıp köpükleri hapsetmek istedim karelere, anları kaçırmadan. Ve “an”lar çok ama çok çabuk geçer. Bir kez daha yaşamak mümkün değildir, altınızdan akan su gibi. Ve bir hüzün yine çullanır üzerinize.
& & & & &
Kadıköy’deyiz şimdi. Kadıköy’de yaşamak ayrıcalıktır diyor bir pankartta. Bende evetliyorum içimden, çünkü kültür kokusu alıyorum oradan az yürüyorsunuz Haldun Taner sahnesi tiyatronun ışıkları cıvıl, cıvıl içinizi ısıtıyor. Az ilerden bir klasik müzik sesi geliyor, genç müzisyenler konser veriyor kaldırım üzerinde ne harika bir şey anlatamam. Avrupa yakasında böyle bir şeye şimdiye dek pek rastlamadım. Ancak her zaman Kadıköy’de böylesi etkinlikler var. Deniz kanarındaki kitapçılar, içlere doğru gittiğinde ara sokarla serpiştirilmiş kahvehaneler. Mis gibi kahve kokusu içinize dolar -yüz yıllık kahveciler.- Oradan kahve içmişleriniz bilir nerden söz etiğimi. Önce bir kahve molası daha sonra hadi bir çarşı gezmesi… Hiçbir yerde görmediğiniz şeylerle dolu vitrinler bilinen bütün markaların Avrupa yakasında olmayan modelleri Kadıköy’de. Bu yüzden çarşı her dem kalabalık, gece geç saatlere dek açık her taraf. Sahilde uzun bir yürüyüş ve sonra gemiye doğru yeniden dönüş zamanı, bu kez manzara daha değişikti. Siyahtı gökyüzü ve ay ilk dördünde olduğundan büyük bir C harfi gibiydi, suya düşen aksi bir o kadar sönük ve gizemliydi. Kardeşim diğer tarafta otursaydık dedi orası daha ışıklı, Haydarpaşa garının, camilerin Topkapı sarayının ışıkları, etrafı masalsı bir havaya bürümüş.
Olsun diyorum gelirken oradaydık dönerken de karanlığın gizlerine dalalım olmaz mı hiç konuşmadan. Karanlık ne anlatır onu dinleyelim. “Peki” dedi ama zaman su gibi akıyor nedense denizde olunca, birde baktık iskeleye varmışız bile. İnsanlar boşalıyor çeşit, çeşit. Kalabalığa karışıyoruz saat 22 olmuş. Etraf yeni uyanmış gibi kalabalık yine Eminönü’ndeyiz..
Taksim’e gitmedik. Çünkü 70 yıllık inci pastanesi dün hunharca, gözyaşları arasında tahliye edildi. Bir tarih, tarihe gömüldü. Yeni doğan çocuklar orda Taksim’de bir inci pastanesi olduğunu ancak büyükleri söylerse bilecekler. Ya da hiç bilmeyecekler. Bir varmış bir yokmuşa karışacak orası diğer yıkılan her şey gibi.
Ve hayat devam ederken değişim kaçınılmaz oluyor. Doğanın kanunun bu… Zamanı dolan gidiyor yerine başkaları geliyor. Ve dünya böyle böyle hiç çaktırmadan el değiştiriyor. Yani şimdi bu yazı gemide yazıldı, Berke’nin tabletinden ve oradan yollandı. Bakar mısınız değişimin dayanılmaz kolaylığına. Ve sevgili okuyucularım sayfalar doluyor yazdıkça ve şimdilik başka yazılarda buluşmak üzere hoşça kalın diyorum sağlık ve sevgiyle. Yase
Günün Şiiri
Bir Gün İstanbul’da
Günlerden bir gün İstanbul`da
Sabah oldu, eşya ışıdı
Bahçedeki horoz öttü
Horozun öttüğünü duyunca
Türkü tutturdu
Bir çiçek keyfine göre…
İşler bu yola döküldü mü,
İnsanoğlu durmaz
Yatağımdan kalktım
Kahvaltı ettim
Geceden kalma ne varsa
Ceketimi giydiğim gibi
Sokağa çıktım
Bir rüzgar esti hafiften
Sonra durdu
Yağmur çiseleyecek gibi oldu
Bir tramvaya atladım
Doğru parka gittim
Sıranın birinin üstüne
Uzandım
Gökyüzünü seyrettim
Gökyüzü de bir türkü söyledi
Gökyüzünün türküsü de
Horozun kine, çiçeğin kine uygundu
Öylesine maviydi gökyüzü
Öylesine derin
Öylesine sonsuz
Ama bıkılıyordu gökyüzünden
Kalktım kahveye uğradım
Bir çift söz ederim dedim
Ahbap aradım
Bulamadım
Bulamayınca
Elim şakağımda
Düşünmeye vardım
Derken öğle oldu
İş yerleri boşaldı
Cümle halkın karnı acıktı
Ben de acıktım
Bir köfteci dükkanına girdim
Köfteler kızardıkça
Ortalığı bir duman sardı
Bir soğan kokusu
Öğleden sonra da geçti aynı minval üzre
Yalnız bir aralık
Bir sevda yaşadım düşümde
Büyük bir caddeden geçerken
Bir kadın görünce balkonda
Saçları alabildiğine sarıydı
Bugüne dek
Görmediğim acaip kuşlar havalanıyordu
Sabahlığında
Sevdalandım düşümde
O benden habersiz
Akşam gelecek aşığına
Hazırlandı durdu aynasında
Gönlü sevdayla dolanların
Son uğradıkları meyhane
Bir yudum aldım da
Kendimi buldum kocaman bir denizde
Nelerin unutulup gittiği nelerin
İzi bile görünmeyen gemilerin
Akşamları sokakları dolduran serinlik
Bir kahvecinin
Kahvesinin bahçesini suladığı
Anı hatırlattı bana
Bütün gün taban teptim
İçimde bitkinlik
Akşamı ettim
Sabahattin Kudret AKSAL
Benim Adım İstanbul
İstanbul benim şehrim
aynaya yansıyan yüzüm
İstanbul benim şehrim
durmadan kanayan yaram
İstanbul ağlayan kadınım
aldatan erkek
İstanbul ağlayan kadınım
ağlayarak ürkek
İstanbul yorgun kollarım
gece karanlığım
İstanbul yorgun kollarım
her zaman inandığım
İstanbul benim adım
kostantinadan sonraki
İstanbul benim adım
ölene dek baki
İstanbul yanan ateşim
söndürülemeyecek kadar
istanbul yanan ateşim
ömrümün sonuna kadar
İstanbul benim melodim
geceleri dinlediğim
İstanbul benim melodim
ağlayarak inlediğim
İstanbul ağlayan gözlerim
ıslanan kirpiklerim
İstanbul ağlayan gözlerim
kopan ipliklerim
İstanbul anne kucağım
nokta nokta bucağım
İstanbul anne kucağım
olmazsa olmayacağım
İstanbul üzerimdeki sancı
kıvranarak izlediğim
İstanbul üzerimdeki sancı
herkesden gizlediğim
İstanbul benim adım
kostantinadan sonra
İstanbul benim adım
1453`den sonra
Kubilay TEK