Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Dün birçok yerde elektik kesikti bütün işler durdu; Ve elektrikler neden bu kadar sık ve uzun süre kesik kalıyor bunun bir açıklaması var mı? Varsa ve nedenleri belli ise neden giderilmiyor bunca zamandır. Ve elektrik faturaları el yakıyor, diğer bütün faturalar gibi. Oysa bendeniz faturalardan hiç şikâyet eden biri değilimdir. Kullandık tabi bir karşılığı olacak diyenlerdenim ancak kullandığımız miktarın üzerindeki eklentiler işte o bizim canımızı sıkan. Bizi gerçekten ne sanıyor bu insanlar?
Ve andımız okullarda her sabah söylediğimiz. Gerçekten kime ne zararı var anlayamadık. Yurdunu, milletini sevmenin büyükleri saymak, küçükleri korumak için yemin etmenin kime ne zararı olabilir? Bu yemin milliyetçilik değil asla? Birileri öyle sanıyor zahir? Peki, milliyetçilik deyince kendilerinden büyük milliyetçinin olmadığını iddia edenler nerede? Eh gel de şu siyasetten ve iki üç dört beş yüzlü politikadan nefret etme?
Ve Sayın Culha ile Sayın Asaf Güven’in samimi el sıkışmaları birbirlerine başarılar dilemeleri çok güzel bir şey ancak dilerim takiye değildir.
Ve artık büyük şehir belediye başkan adayları azıcık seçim heyecanına ve coşkusuna girseler diyorum kimseden çıt yok gibi. Azıcık hareket, bereket getir valla bendenizden söylemesi.
Ve taciz! Hayatımızın her anında yanımızda sanki kocaman bir bataklıktayız, nereye bassak çukur, nereye bassak belimize kadar çamur içindeyiz, kıpırdamaktan korkuyoruz, dönmekten, söz söylemekten. Allah hepimizi tez ıslah etsin diyoruz. Ne diyelim artık bilmiyoruz ki.
Ve sevgili okuyucularım, şu an karşımda usta oturuyor iş elbiseleri ile elleri, yüzü, kıyafeti, kir boya içinde, ellerini hiç yıkama gereği bile duymadan, çayın yanına koyduğum böreklerden iştahla yiyor. Bir an, “usta ellerini yıkamayacak mısın?” demek üzereyken hemen yuttum sözcükleri. Yıkamadığına göre bir bildiği vardır diye düşündüm. Ve hemen aklıma İncil’den bir bölüm geldi. (bu günlerde dört büyük kitabı yeniden gözden geçiriyorum ne olur ne olmaz diye.) Bir gün Farisiler ve Kudüs’ten gelmiş yazıcılar, Hz. İsa’nın yanına toplandılar. Şakirtlerden bazılarının kirli yıkanmamış ellerle yemek yediklerini gördüler. Gerçekten Farisiler bütün Yahudiler gibi atalarının geleneklerine uyarak ellerini iyice yıkamadan yemek yemezler. Yine çarşıdan geldiklerinde su dökünmeden yemeğe oturmazlar, bunun gibi bağlı bulundukları bir sürü gelenekleri vardı. Bu yüzden farisler ve yazıcılar Hz. İsa’ya “Neden senin şakirtlerin atalarının geleneklerine uymuyorlar, ellerini yıkamadan yemek yiyorlar?” diye sordular.
İsa onlara şu cevabı verdi; “Ey iki yüzlüler, beni dudaklarınızla över, kalbinizle inkar edersiniz, bana boşuna ibadet ederler çünkü öğrettikleri insan buyruklarıdır. Allah’ın buyruğunu bir yana bırakıp insanların geleneklerine uyarlar.” Ve halkı yanına çağırır onlara “hepiniz beni dinleyin ve iyi anlayın” der; “İNSANIN DIŞINDA OLUP İÇİNE GİREN HİÇ BİR ŞEY ONU KİRLETMEZ. FAKAT İNSANDAN ÇIKAN ŞEY, İŞTE İNSANI KİRLETEN BUDUR.”
İsa eve dönüp şakirtleri ona bu bilmece gibi sözlerin ne anlama geldiğini sorarlar. “Sizde mi bu kadar anlayışsızınız” der. “Dışardan gelen hiçbir şeyin onu kirletmeyeceğini bilmiyor musunuz? Çünkü onlar onun kalbine değil karnına gider sonrada çukura gider. İnsanı kirleten insandan çıkan şeylerdir. Çünkü içerden insanın kalbinden kötü düşünceler, ahlaksızlıklar, hırsızlık, tamah, kötülük, sefahat, kıskançlık, iftira, gurur, akılsızlık çıkar. Bütün bu kötü şeyler içerden çıkar ve insanı kirletir.” (Mt.15 10-20)
& & & & & &
Ve güzel bir masal…
Küçük Deniz Kızı
Bir zamanlar altı güzel kızı olan bir kral varmış. Ama bu kral insanların kralı değilmiş. Ülkesi dalgaların altında balıkların değerli taşlar gibi parıldadığı bir ülkeymiş. Genç prenseslerin anneleri çoktan ölmüş ve onları büyükanneleri büyütmüş. İçlerinde en güzelleri en küçük olanıymış. Saçları altın bukleler halinde omuzlarına dökülüyormuş. Kızlar büyükannelerinin anlattığı yeryüzüyle ilgili masalları çok seviyorlarmış. Bu masallarda bacak adlı iki şeyin üzerinde yürüyen garip insanlar varmış. Küçük denizkızı da bu anlatılanları görmek istiyormuş. “Onbeş yaşını beklemen gerekir,” demiş büyükanneleri. “O zaman gidip görebilirsin.”
En büyük denizkızı yaşı geldiğinde yüzeye çıkmış ve gördüğü ilginç şeyleri kardeşlerine anlatmış. Yıllar geçmiş ve sonunda küçük denizkızının da yüzeye, insanların dünyasına çıkabileceği gün gelmiş. Şimdiye kadar hep merak ettiği dünyayı artık kendi gözleriyle görebilecekmiş. Yüzeye doğru yüzerken güneş batıyormuş. Yakınlarda bir gemi demir atmış. Küçük denizkızı yüzeye çıktığında güvertedeki yakışıklı prensi görmüş. Prens kendisini birisinin gözlediğini de, prensesin ondan gözlerini ayıramadığını da bilmiyormuş tabii. Birden hava kararmış, gemi çıkan fırtınayla sallanmaya başlamış. Çok geçmeden yelkenleri parçalanmış, direği kırılmış ve gemi sulara gömülmüş. Küçük denizkızı sularda çırpınan prensi son anda görüp kurtarmış. Onu kucaklayıp kıyıya götürmüş ve sahile bırakmış. Sabah olduğunda prens hala yattığı yerde uyuyor, denizkızı da başucunda onu bekliyormuş. Az sonra birkaç kız koşarak gelmiş. Prens gözlerini açmış ve kalkıp yürümüş. Küçük denizkızı oracıkta üzüntüsüyle baş başa kalmış.
O günden sonra küçük denizkızı prensi görebilmek umuduyla birçok kez yüzeye çıkmış. Artık dayanamıyormuş. Su cadısına gidip akıl almaya karar vermiş. Cadı onu görünce bir kahkaha atmış: “Niçin geldiğini biliyorum denizkızı,” demiş. “İnsana dönüşüp karaya çıkmak istiyorsun. Böylece prensle daha yakın olacağını düşünüyorsun. Ama bunun bir bedeli var, biliyor musun? “Bilmiyordum,” demiş küçük denizkızı, “ama insan olabilmek için neyse öderim.” “Sesini istiyorum,” demiş cadı, “şu şarkılar söyleyen güzel sesini. Bana sesini verirsen ben de seni iki ayaklı güzel bir genç kıza çeviririm. Ama unutma, prens seni bütün kalbiyle sevmeli ve evlenmeli. Yoksa bir denizköpüğüne dönüşüp sonsuza dek yok olursun.”
“Çabuk” demiş küçük denizkızı. “Ben kararımı çoktan verdim zaten.” Bunun üzerine su cadısı küçük denizkızına içmesi için büyülü bir ilaç vermiş. Küçük denizkızı prensin karşısına dikildiği an prens bu hiç konuşmayan kızdan çok hoşlanmış ve onsuz yapamayacağına karar vermiş. Küçük denizkızı da prensi her geçen gün daha çok sevmiş, ama prens ona bir türlü evlenme teklif etmiyormuş. Prensin annesi ve babası, kendine eş bulması için baskı yapıyorlarmış. Prens sonunda yakındaki bir ülkenin prensesiyle tanışmaya karar vermiş. Yanında küçük denizkızını da götürmüş. Zavallı kız çok acı çekiyormuş. Prens komşu ülkeye gidip prensesle karşılaşınca aklı başından gitmiş ve hemen evlenmek istemiş. Düğünleri muhteşem olmuş. Her yer çiçek, ipek ve mücevherle kaplıymış. Mutlu çifti görmeye gelen herkes coşku içindeymiş. Yalnızca küçük denizkızı sessizmiş. Gözyaşları sessizce süzülüyormuş yanaklarından.
O gece küçük denizkızı güvertede dikilmiş karanlık sulara bakıyormuş. Gün doğarken bir denizköpüğü olup o sulara karışacakmış. Birden suların dibinden denizkızının kardeşleri çıkmışlar. Saçları kısa-kısa kesilmiş. “Saçlarımızı su cadısına verdik, karşılığında da bu bıçağı aldık. Eğer bu gece bu bıçağı prensin kalbine saplarsan büyü bozulacak.” Küçük denizkızı bıçağı almış ama prense asla zarar veremeyeceğini biliyormuş. Güneş doğduğunda kendini ağlayarak denize atmış. Ama denize düşmemiş. Kendini havada uçarken bulmuş. Çevresinde altın renkli ışıklar dans ediyormuş. “Biz havanın kızlarıyız ” demişler. “Artık bizimle mutlu olursun.” Küçük denizkızı gökyüzüne doğru yükselirken aşağıya, prensin gemisine bakmış ve gülümsemiş
Günün Şiiri
Memleket İsterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun.
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun,
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim.
Ne zengin ne fakir, ne sen ne ben farkı olsun.
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak sevmek gibi gönülden olsun.
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı TARANCI
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol BEHRAMOĞLU
Günün Sözü
Yardımlar tıpkı çiçek gibidir. Ne kadar taze ise o kadar insanları memnun eder.
Chillon