Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız? Bütün kaza ölüm kavga haberlerini bir kenara bırakıp neşeli şeylerden söz etmek istiyorum. Büyükler derlerdi ki “sevinci kaçırma, hüzün zaten kapıda” ve biz aslında hüzün içinde yaşarken kendi yalnızlığımızda ve sokaktaki kalabalıkta, mutluluk kırıntılarını abartıp, abartıp yaşamak isteriz, sanki hüzün bize hiç uğramamış gibi! Oysa hüzün yüreğimizin sahibidir, sevinçle iki sevgili gibiyseler de, yüreği ortak kullanıyorlar gibi görünseler de, egemen olan hüzündür…
Hüzün yaşanması gereken bir gerçektir, bazen içinde gömülüp kalmak, şefkatli bir annenin göğsünde yağmurlu, soğuk ve karanlık gecede sımsıcak uyumak gibidir… Ya da, kitap kokuları arasında kendinden geçmek? (hadi yaa?!) Oysa sevinç, cılız, beslenmeye muhtaç bir çocuk gibidir, bazen, bazen utançla bize uğrayan, kuşkuyla yüzümüze bakan “girmesem mi acaba, beni kabul ederler mi” diye düşünen. Valla doğru. Bazen onu hiç görmeyiz bile, tembel, içe dönük, hüznü yaşarken annemizin göğsünde? Oysa o bütün cılızlığına rağmen gülümsememizdir, çağrıyı bekleyen dudaklarımızda, o, yer çekimini yok edendir ayağımızın altından. O cılız beslenmeye muhtaç olan, aslında, kaçmaya hazır bir Ceylandır. Ürkek ve zarif, soylu ve güzel… Aslında, aslında o büyücüdür! İşte onu, kapıya dayandığında… Hemen içeri almak gerek. Yoksa kaçıp gitmesi işten bile değildir.
Ve büyüklerin işte söylemek istediği de budur. Bizim yaşmak istediğimizde. Tabi, hüzünden kurtulabilirsek kopabilirsek sıcak karanlığından… İşte böyleyiz bu günlerde hem hüzünlü, hem ceylan avcısı yeri geldiğinde, karanlıkta acı çeken, yeri geldiğinde sonuna dek ceylanın dağlardaki serüvenine ortak olan.
Ve işte biz bu haftayı hem hüzünlü hem neşeli geçirdik… Ancak yorulduk, çünkü hüzünlü olmak daha kolaydır sevinci yaşmaktan ya? Sanki mazoşist yaratılmışız.
Ve sevgili okuyucularım neşeli şeyler yazmaya devam etmek istiyorum ama hüzün ağır basıyor ve şimdilik sağlıkla, sevgiyle kalalım demek istiyorum ayrımsız, gayrımsız her zaman, hep birlikte. Yase
& & & & &
Bir Ramazan Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hiç kimsenin duymadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar büyük büyük işler yaparlarmış; daha doğrusu öyle olduğunu zannederlermiş. İşleri büyük olunca, her anları çok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi görmez olmuş ülkede… Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; büyük işlerin adamlarıymış onlar!.. O yüzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hiç ilgilendirmezmiş güneş… Ne bahar geldiğinde kırlarda açan papatyalar, ne sonbaharda dökülen yapraklar dokunurmuş yüreklerine… Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış öncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda köşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda köşede kalırmış onlar için…
“-Hayat, bu işte!..” derlermiş. “Hastalanırsan devre dışı olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gücünün azalmasıdır.”
Fakirler içinse kimse tek lâf etmezmiş. Onlar, hiç yokmuş bu ülkenin gündeminde…
Gel zaman git zaman; bir gün sokaklarda tellâllar bağırmışlar.
“-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûçâr olmuştur. Herkes, şifası için elinden geleni yapsın; duâsı makbûl olanlar el açsın; şifâdan anlayan hekimler saraya adım atsın!..”
Pek duâ eden olmamış ama; “Nasıl şifa oluruz?” diye düşünen hekimler, ülkenin dört bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne görsünler; padişah kocaman olmuş!!! Masal bu ya; padişah yemek yemeye çok çok düşkün bir adammış.
“-Ülkeyi yöneten adam öyle mi olurmuş?” demeyin, masal işte!
Padişah yemek yiye yiye hasta olmuş; vücudu kocaman olmuş. Artık ne oturabiliyor, ne kalkabiliyormuş. Hiç kımıldamadan öylece yatıyormuş padişah!.. Sanki midesi dağ olmuş. Öyle büyümüş ki, midesi, bedeninde kalbine hiç yer kalmamış. İşe bakın siz, mide büyüyünce, kalp küçülür, katılaşırmış.
Hekimler, padişaha ilaçlar yapmışlar. Az yesin diye midesini küçültmeye çalışmışlar, ama kâr etmemiş. Hele kalbi için kimse bir şey yapamamış. Belki beslenir de büyür diye, gözyaşı takviyesi yapmışlar damarlarından. Nâfile, o da işe yaramamış.
Padişahın yakınları ümîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim: “-Allah’tan ümit kesilmez!..” demiş. “Bu sözümü yabana atmayın! Ümit, kulların en sağlam ipidir.”
Onlar da, ümitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu güzel ve mânâ katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gün, siz deyin beş ay, devam etmiş.
Bir gün, ülkenin sınırlarından içeriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, âsası olanlardan değil, gözü ve gönlü yaşlı olanlardan… Lâkin, kimse bilmezmiş gözünden çıkan yaşları, gönlündeki sızıyı… O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah’ın yol verdiği bu ülkede.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Geçtiği dereler-tepeler şenlenmiş. Yol boyu ağaçlar, serçeler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir başkalık olduğunu… Ağır ağır yürüyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık ülke insanlarına inat, her âna anlam katıyormuş. Güneşe gülümsüyor, karıncalara yol veriyormuş. O yürüyor, ardından bir “huzur” rüzgarı bırakıyormuş efil efil… Böyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup derin derin içlerine çekmişler huzur rüzgarını. Hayat yavaşlamış ülkede. Bir adam, tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sözsüz, kelâmsız?! Şaşırmışlar… Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam, tebessüm etmiş: “-Ramazan…” demiş.
Ramazan’ın yürüyüşü devam ediyormuş. Ünü her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Ümidi kuşanmış saray halkı, Ramazan’ı bir lutuf saymışlar ve saraya dâvet etmişler.
Saraya giren Ramazan, lükse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri çoktan ülke gündemine düşmüş gerçi fakirler… Ama, bu israf kanına dokunmuş; üzülmüş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp götürmüşler, hasta padişahın huzuruna… Ramazan, içeri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişaha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!…
Padişahın yakınlarına dönmüş Ramazan; “-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. Mânevi âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz.”
“-Peki, çare nedir?” diye sormuşlar. “-Çare Allah’tır, Allah’tandır. 30 gün, 30 gece kalacağım bu ülkede… İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duâları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek bütün insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!”
“-Vaktin oğlu mu?” demişler, şaşırmışlar. “-Biz ona «ibn-ül vakt» deriz. Ancak bu hâle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her köşesinde… Böylece, kalbin her atışı bir hayra alâmet olur.”
Sonra padişaha dönmüş, Ramazan: “-Sen de biraz iyilik yap. Hâl-hatır sor güle, böceğe!.. Tâ ki, kalbinin ‘tıp tıp’larını duyasın…”
Bunlardan sonra, saraydan çıkmış Ramazan. Ardında, rüzgarını bekçi bırakmış. Ülkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını dolaşmış. Bir ay sürmüş yolculuğu… Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ülkeyi. Bir dahaki seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine düzen, yine sekînet getirmeyi…
Burda da masal bitmiş.
“-Bu masalda hiç mi kötü yok?” diye sormayın. Ramazan bir yere geldiğinde; bütün kötüler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gökten üç rahmet inmiş; biri padişahın cılız kalbine; biri “vaktin oğlu” olabilenlere, biri de Ramazan’ın rüzgârını yüreğinde hissedenlere…
Kübra Akbet – Şebnem Dergisi, Sayı 20
Günün Şiiri
Yurdum Benim Şahdamarım
Engereğin dişlerine işledim,
Ağu dişlerine
Oluklu, çentik…
Ve vurgun,
Gözleri bir çift cehennem
Burnuna kan tütmüş
Pars bıyığına…
Dağın pulat yüreğine işledim,
Şimşeğin masmavi usturasına
Sevdanı usul-usul
Sevdanı mısra-mısra
Lo ben seni hapislerde sevmişim,
Ben seni sürgünlerde.
Yurdum benim şahdamarım…
Yücende buzul
Ve kar,
Maviş dağ tavşanları
Gün vuranda alaran
Zemheri yılanları
Ve yahut bir hışımla
Öyle çakılan
Sonsuzluğun yakışığı kartallar.
Başım gözüm üstünesin
Suskum, avazım üstüne…
Adından başka silah
Yazgından başka günah
Daha yazmamış
Hiçbir gizli dosyada
Hiçbir açık kitapta.
Benim Adım Dertli Dolap İlahi Sözleri
Benim adım dertli dolap,
Suyum akar yalap yalap,
Böyle emreylemiş çalap,
Derdim vardır inilerim.
Ahmed ARİF
Günün Fıkrası
Kanca
Bir liman barında bir denizci ve bir korsan sohbet etmekte ve karşılıklı maceralarını anlatmaktadırlar. Korsanın tahta bacağını, elindeki kancayı ve bir gözünü kapatan bandı fark eden denizci sorar: “Eee, bacağını nasıl kaybettin?”
Korsan anlatır: “Denizin ortasında fırtınaya yakalanmıştık. Dev bir dalga beni güverteden aldı götürdü. Adamlarım beni gemiye çekerken bir grup köpek baliği ortaya çıktı ve aralarından biri bacağımı koparıverdi..”
“Korkunç…” diye sızlandı denizci. “Peki o kanca nedir?” “Aaa…” diye devam etti korsan, “bir ticaret gemisine borda etmiştik, tabancalar patlıyordu, kılıçlar sakırdıyordu. O kargaşada elim koptu gitti… Kimin yaptığını göremedim bile..”
“Aman Tanrım.. Dehşet verici bir şey bu….Peki gözünün üstündeki bant nedir?”
“Bir martı geldi ve gözümün üstüne pisledi…” diye cevap verir korsan.
“Yani gözünü bir kus pisliği mi kör etti?” diye merakla sorar denizci. “Ama nasıl olur?”
Korsan gayet sakin anlatır: “Kancayı taktıkları ilk gündü, tamam mı?”
Günün Sözü
Çevrelerine uymak için kendilerini yontanlar, tükenip giderler.
R.HUUL