Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Zaman kurşun yarası gibi işliyor içimizde. “Bu meydan kanlı meydan” türküsü eşliğinde halay çekerken havaya uçan onlarca canı görseydi ve şimdi sağ olsaydı kim bilir nasıl kahrolurdu. Ruhi Su kaldı ki bu dizleri yazdıran da bu yoğun acı değil miydi? 1 Mayıs 1977’deki kanlı yüzkarası katliamın ardından. Oysa bu halk daha çok acı çekecekmiş ki defalarca kana bulandı yurdun meydanları. Dünyanın hiç bir tarafında teröre bu kadar kurban verilmemiştir!!!
Yiten canların hikâyeleri yavaş-yavaş ortaya çıktıkça içimiz daha çok kavruluyor, daha çok hınç taşıyoruz, daha çok öfkeleniyoruz, öfkemiz acımızın önüne geçsin istemiyoruz aslında. Ancak o, hayata gülümseyen sevgi dolu gözlerin bu yaşta aramızdan bu şekilde ayrılmasına yürek dayanamıyor. Bir taraftan şehit haberleri ile tarumar oluyorken şimdi gün yüzüne çıkan hikâyelerle kahroluyoruz. Kızıyoruz, isyandayız, acılıyız ve darmadağın. Ne gecemiz gece, ne gündüzümüz gündüz artık. Etrafımızdakiler paranoyak oldu. Her an, her yerde bir patlama olacağını sanıyor. Sokağa çıkmaktan, korkanlar peşlerini kollayarak yürüyenler.
Toplumca ayrıştırıldık bölündük, kardeşliğimize uğursuz eller uzandı şimdide ruh sağlığımızla oynanıyor! Ancak biz her şeye rağmen “Barış” demeye devam edeceğiz. Verecek bir tek canımız var onu da bu uğurda feda etmeye hazırız. Göstermelik karanfil saçmak, saygı duruşları filan bizi kesmiyor, sokaklara dökülüp “barış” diye haykırmakta. Önemli olan sözlerimizle ve eylemlerimizle uyum içinde olmamızdır. Ve biz o uyumu herkeste görmek istiyoruz?
Ve acıların ardı arkası kesilmiyor. Şehit haberleri yuva yakmaya devam ediyor, evlere tekrar-tekrar ateş topları düşüyor. Her il, her ilçe bundan nasibini alıyor. Ne oldu bize nasıl böyle olduk? Nasıl bir vahşet içindeyiz kestiremiyoruz artık.
& & & & &
Çocukluğumuzun “Olacak O Kadar” diyerek odamıza giren ilk tiyatro sanatçısıydı. Dört gözle beklerdik haftada bir olan oyunu. Biz onunla büyüdük. O güldürdü, güldürürken düşündürdü ancak kendisi bizi güldürdüğü kadar gülmedi, hepimizin üzerinden en azından bu yüzden hakkı var. Yaptığı iyilikleri ve Marmara depreminden sonrası yaptırdığı 9000 öğrencilik Oya Başar-Levent Kırca ilköğretim okulunu saymıyorum bile. Bizi güldürdün Allah’ta seni güldürsün sevgili güzel insan, mekanın cennet olsun, bu halk seni unutmayacaktır. En azından değerini bilenler seni sevgiyle, saygıyla anmaya devam edecek demek daha doğru olacak ya!
Ve sevgili okuyucularım her zaman sağlık ve sevgiyle kalalım, herkese ve bu yaşananlara inat barışla ve ayrımsız gayrımsız kalalım. Barış kurbanları ve şehitlerimize Tanrı’dan rahmet diliyorum, mekânları cennet olsun. Aileleri ve sevenlerinin ve hepimizin başı sağ olsun. Yase
BARIŞ, KARDEŞLİK, SEVGİ, EŞİTLİK. BARIŞ, SEVGİ, KARDEŞLİK, EŞİTLİK. YURTTA SULH CİHANDA SULH…
& & & & &
Barış ve Dostluk Zinciri (Gerçek Bir Yaşam Hikayesi )
Yaşam kavanozunuzdaki taşlar… Aşağıdaki gerçek hikâye Kellog Business School’da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi yüksek lisans öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer:
Profesör sınıfa girip karşısında duran seçkin öğrenci kitlesine kısa bir süre baktıktan sonra, “Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi.
Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Ardından, yine kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taşlar almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladılar. Profesör “Öyle mi?” dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Bir öğrenci “Dolmadı herhalde” diye cevap verdi. “Doğru” dedi profesör ve tekrar kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum tanelerini taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Yine öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Tüm sınıftakiler hep bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar. “Güzeeel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı.
Sonra öğrencilerine dönerek “Bu deneyin amacı neydi?” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır” diye haykırdı. “Hayır” dedi. Profesör, “Bu deneyin esas anlatmak istediği ‘Eğer büyük taşları en başta koymazsan, küçükleri yerleştirdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsın’’ gerçeğidir.”
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Peki nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, gelecekle ilgili planlarınız, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki de hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Şunu iyi bilin! Büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, iş kadını, gerçekte de iyi bir insan olamayacağınızı gösterir.”
Profesör, ders bittiği halde konuşmadan, oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı…
Günün Şiiri
Dönemeç
(yitirilenler için)
karaderili kadınlar
gece karası sesleriyle
şarkılar söylüyorlar
zamanın çukurunda
dibe çökmüş gözlerini kırpıştırıp
yarattıkları geyikleri öldürürken
sese dönüşen lanetleri
boynuna asılıyor bütün sokakların
sokaklar dünyanın kaybolduğu
baştan sona inkar olan sokaklar
ayak izleri olmayan ruhlarıyla
şarkılar söyleyen geyik ölüleri
kara derisini soyarak gecenin
cinnetine ad bulmaya çalışanlar
olsa olsa bir şiirin kovulmuşları
karşılarında utançla ağladığım
intiharın güzel çocukları
ben hiç hatırlamıyorum çocukluğumu
yaşadığımı ya da öldüğümü bilmiyorum
sonsuz iki uzam arasında
çatırdayan bir evren modeli hayatım
güneşlerim çoktan öldü
gece karanlık ve ay bir yara
üstüme çöken karabasanın adı
hayat galiba
bilmeden dokunduğum
şakaklarında kestane ağaçlarıyla
dans eden şizofren
kesik elini fırlatırken bana
gözlerim düşüyor asfalta
gördüğüm yapışkan bir karanlık
beni içine alan dingin durum
oysa içimdeki her şey çıldırıyor
organlarım birbirini vurmakta
kalbime sahip olamıyorum
ve zavallı beynim
anlamaya çalışırken bütün bunları
memelerini sıktığım hiçbir sözcük
şefkat göstermiyor bana
çocukluğumu hatırlamıyorum
babama seni seviyorum dediğimi
sevgilimin neden ağladığını
bilmiyorum
bir gözyaşının belleğindekileri
hiç mi öğrenemeyeceğim
aşk neden çarmıhına geriyor beni
kalbimi söküp fırlatsam
ve unutsam bütün sözcükleri
sevgilim daha mı çok sever
mutlu olabilir miyim
ay düşer mi üstüme
karaderili kadınlar
gece karası sesleriyle
hiç durmadan şarkılar söylerken
kararıp tenimden içime sızıyorum
bulduğum bir HİÇ
uzamından kurtulmuş zaman ölüsü
eskidiğim limanlar ve tuzun çürüttüğü
kalyon iskeletleri
yelkenleri paçavra ve umutsuzluk olan
deniz yorgunu gezginlerin ölü yatakları
Don Kişot’suz yel değirmenleri
içimdeki çökeltisi yitirdiklerimin
kederin dilsiz kalma isteği
çünkü susmalıyım ve sormamalıyım
kıskanmamalıyım hiçbir bulutu
bulutlar kardeştir ve gökyüzü yurdudur onların
oysa bilsen gökyüzünün gözlerin olduğunu
ve çoktan ölmüş güneşlerimin yerinde
bir tek güneşimin sen olduğunu bilsen
belki daha çok seversin beni
ve belki de anlayabilirsin
ama çocukluğumu hatırlamıyorum
babamın seni seviyorum dediğini
yaşadığımı ya da öldüğümü bilmiyorum
sevgilim gözyaşı ülkesinde ağlarken nedensiz
genç cesetleriyle acılarımın
her bayram konakladığım mezarlıklar
yanıt değil hayatın niyesine
beynimde dolaşan bu kurşun
gözlerimdeki cam kırıkları
kendimi incittiğim gözyaşların
ölen güneşlerim yani
yeniden tanımlarken karanlığı
anlıyorum ki ay irin dolu bir yara
ve gökyüzü üstüme çöken karabasanın adı
gömüldüğüm bu bordo koltuk
karaderili kadınlar
gece karası sesleriyle
şarkılar söylüyorlar
zamanın çukurunda
dibe çökmüş benliğimi ararken
ay…….düşüyor üstüme….
Serdar AYDIN