Hikâyeler Can Yakmaya Devam Ediyor

0
90

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Zaman kurşun yarası gibi işliyor içimizde. “Bu meydan kanlı meydan” türküsü eşliğinde halay çekerken havaya uçan onlarca canı görseydi ve şimdi sağ olsaydı kim bilir nasıl kahrolurdu. Ruhi Su kaldı ki bu dizleri yazdıran da bu yoğun acı değil miydi? 1 Mayıs 1977’deki kanlı yüzkarası katliamın ardından. Oysa bu halk daha çok acı çekecekmiş ki defalarca kana bulandı yurdun meydanları. Dünyanın hiç bir tarafında teröre bu kadar kurban verilmemiştir!!!

Yiten canların hikâyeleri yavaş-yavaş ortaya çıktıkça içimiz daha çok kavruluyor, daha çok hınç taşıyoruz, daha çok öfkeleniyoruz, öfkemiz acımızın önüne geçsin istemiyoruz aslında. Ancak o, hayata gülümseyen sevgi dolu gözlerin bu yaşta aramızdan bu şekilde ayrılmasına yürek dayanamıyor. Bir taraftan şehit haberleri ile tarumar oluyorken şimdi gün yüzüne çıkan hikâyelerle kahroluyoruz. Kızıyoruz, isyandayız, acılıyız ve darmadağın. Ne gecemiz gece, ne gündüzümüz gündüz artık. Etrafımızdakiler paranoyak oldu. Her an, her yerde bir patlama olacağını sanıyor. Sokağa çıkmaktan, korkanlar peşlerini kollayarak yürüyenler.

Toplumca ayrıştırıldık bölündük, kardeşliğimize uğursuz eller uzandı şimdide ruh sağlığımızla oynanıyor! Ancak biz her şeye rağmen “Barış” demeye devam edeceğiz. Verecek bir tek canımız var onu da bu uğurda feda etmeye hazırız. Göstermelik karanfil saçmak, saygı duruşları filan bizi kesmiyor, sokaklara dökülüp “barış” diye haykırmakta. Önemli olan sözlerimizle ve eylemlerimizle uyum içinde olmamızdır. Ve biz o uyumu herkeste görmek istiyoruz?

Ve acıların ardı arkası kesilmiyor. Şehit haberleri yuva yakmaya devam ediyor, evlere tekrar-tekrar ateş topları düşüyor. Her il, her ilçe bundan nasibini alıyor. Ne oldu bize nasıl böyle olduk? Nasıl bir vahşet içindeyiz kestiremiyoruz artık.

& & & & &

Çocukluğumuzun “Olacak O Kadar” diyerek odamıza giren ilk tiyatro sanatçısıydı. Dört gözle beklerdik haftada bir olan oyunu. Biz onunla büyüdük. O güldürdü, güldürürken düşündürdü ancak kendisi bizi güldürdüğü kadar gülmedi, hepimizin üzerinden en azından bu yüzden hakkı var. Yaptığı iyilikleri ve Marmara depreminden sonrası yaptırdığı 9000 öğrencilik Oya Başar-Levent Kırca ilköğretim okulunu saymıyorum bile. Bizi güldürdün Allah’ta seni güldürsün sevgili güzel insan, mekanın cennet olsun, bu halk seni unutmayacaktır. En azından değerini bilenler seni sevgiyle, saygıyla anmaya devam edecek demek daha doğru olacak ya!

Ve sevgili okuyucularım her zaman sağlık ve sevgiyle kalalım, herkese ve bu yaşananlara inat barışla ve ayrımsız gayrımsız kalalım. Barış kurbanları ve şehitlerimize Tanrı’dan rahmet diliyorum, mekânları cennet olsun. Aileleri ve sevenlerinin ve hepimizin başı sağ olsun. Yase

BARIŞ, KARDEŞLİK, SEVGİ, EŞİTLİK. BARIŞ, SEVGİ, KARDEŞLİK, EŞİTLİK. YURTTA SULH CİHANDA SULH…

& & & & &

Barış ve Dostluk Zinciri (Gerçek Bir Yaşam Hikayesi )

Yaşam kavanozunuzdaki taşlar… Aşağıdaki gerçek hikâye Kellog Business School’da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi yüksek lisans öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer:

Profesör sınıfa girip karşısında duran seçkin öğrenci kitlesine kısa bir süre baktıktan sonra, “Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi.

Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Ardından, yine kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taşlar almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.

Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladılar. Profesör “Öyle mi?” dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.

Bir öğrenci “Dolmadı herhalde” diye cevap verdi. “Doğru” dedi profesör ve tekrar kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum tanelerini taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Yine öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.

Tüm sınıftakiler hep bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar. “Güzeeel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı.

Sonra öğrencilerine dönerek “Bu deneyin amacı neydi?” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır” diye haykırdı. “Hayır” dedi. Profesör, “Bu deneyin esas anlatmak istediği ‘Eğer büyük taşları en başta koymazsan, küçükleri yerleştirdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsın’’ gerçeğidir.”

Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Peki nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, gelecekle ilgili planlarınız, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki de hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Şunu iyi bilin! Büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, iş kadını, gerçekte de iyi bir insan olamayacağınızı gösterir.”

Profesör, ders bittiği halde konuşmadan, oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı…

Günün Şiiri

Dönemeç

(yitirilenler için)

karaderili kadınlar

gece karası sesleriyle

şarkılar söylüyorlar

zamanın çukurunda

dibe çökmüş gözlerini kırpıştırıp

yarattıkları geyikleri öldürürken

sese dönüşen lanetleri

boynuna asılıyor bütün sokakların

sokaklar dünyanın kaybolduğu

baştan sona inkar olan sokaklar

ayak izleri olmayan ruhlarıyla

şarkılar söyleyen geyik ölüleri

kara derisini soyarak gecenin

cinnetine ad bulmaya çalışanlar

olsa olsa bir şiirin kovulmuşları

karşılarında utançla ağladığım

intiharın güzel çocukları

ben hiç hatırlamıyorum çocukluğumu

yaşadığımı ya da öldüğümü bilmiyorum

sonsuz iki uzam arasında

çatırdayan bir evren modeli hayatım

güneşlerim çoktan öldü

gece karanlık ve ay bir yara

üstüme çöken karabasanın adı

hayat galiba

bilmeden dokunduğum

şakaklarında kestane ağaçlarıyla

dans eden şizofren

kesik elini fırlatırken bana

gözlerim düşüyor asfalta

gördüğüm yapışkan bir karanlık

beni içine alan dingin durum

oysa içimdeki her şey çıldırıyor

organlarım birbirini vurmakta

kalbime sahip olamıyorum

ve zavallı beynim

anlamaya çalışırken bütün bunları

memelerini sıktığım hiçbir sözcük

şefkat göstermiyor bana

çocukluğumu hatırlamıyorum

babama seni seviyorum dediğimi

sevgilimin neden ağladığını

bilmiyorum

bir gözyaşının belleğindekileri

hiç mi öğrenemeyeceğim

aşk neden çarmıhına geriyor beni

kalbimi söküp fırlatsam

ve unutsam bütün sözcükleri

sevgilim daha mı çok sever

mutlu olabilir miyim

ay düşer mi üstüme

karaderili kadınlar

gece karası sesleriyle

hiç durmadan şarkılar söylerken

kararıp tenimden içime sızıyorum

bulduğum bir HİÇ

uzamından kurtulmuş zaman ölüsü

eskidiğim limanlar ve tuzun çürüttüğü

kalyon iskeletleri

yelkenleri paçavra ve umutsuzluk olan

deniz yorgunu gezginlerin ölü yatakları

Don Kişot’suz yel değirmenleri

içimdeki çökeltisi yitirdiklerimin

kederin dilsiz kalma isteği

çünkü susmalıyım ve sormamalıyım

kıskanmamalıyım hiçbir bulutu

bulutlar kardeştir ve gökyüzü yurdudur onların

oysa bilsen gökyüzünün gözlerin olduğunu

ve çoktan ölmüş güneşlerimin yerinde

bir tek güneşimin sen olduğunu bilsen

belki daha çok seversin beni

ve belki de anlayabilirsin

ama çocukluğumu hatırlamıyorum

babamın seni seviyorum dediğini

yaşadığımı ya da öldüğümü bilmiyorum

sevgilim gözyaşı ülkesinde ağlarken nedensiz

genç cesetleriyle acılarımın

her bayram konakladığım mezarlıklar

yanıt değil hayatın niyesine

beynimde dolaşan bu kurşun

gözlerimdeki cam kırıkları

kendimi incittiğim gözyaşların

ölen güneşlerim yani

yeniden tanımlarken karanlığı

anlıyorum ki ay irin dolu bir yara

ve gökyüzü üstüme çöken karabasanın adı

gömüldüğüm bu bordo koltuk

karaderili kadınlar

gece karası sesleriyle

şarkılar söylüyorlar

zamanın çukurunda

dibe çökmüş benliğimi ararken

ay…….düşüyor üstüme….

Serdar AYDIN

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here