Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bugün (dün) bayram, yeniden diriliş bayramı, Hristiyan âlemi Paskalya diyor, Müslüman âlemi yumurta bayramı diyor. Ancak her ikisi de adlar değişik olsa da aynı anlamı, aynı amacı taşıyan bir bayramı kutluyor.
Her şeyde olduğu gibi mezhepler arasında da garip bir ihtilaf olduğundan bu bayram değişik tarihlerde kutlanıyor, her mezhebin kabul ettiği tarih değişik. Buna rağmen bütün değişik tarihlerde de herkes tarafından kutlanıyor olması yani “benim kabul ettiğim tarih bu, ama sen yarın kutlayacaksan ben hem bugün hem yarın seninle birlikte kutlarım” demektir ki bu anlayış insanı hem gülümsetiyor hem de düşündürüyor. “neden” diyor insan kendine. “Neden ortak bir tarihte birleşmiyorsunuz?” Hristiyan âlemi “paskalya” dedikleri bu bayram İsa Mesih’in dirilişi nedeniyle Hıristiyanlık dünyasında her sene İlkbahar aylarında kutlanır.
Bu bayram öncesi inanlar kilise kuralları içinde belirlenen sürelerde oruçlarını tutarlar. Bu süre 50 gündür. Bu süre içinde hiç bir hayvansal gıda kullanmazlar. Sabahtan akşama kadar hiç bir şey yemezler. Uzun süreli bu oruçtan sonra bayram öncesi hazırlıkları başlar. Aynen bizim otuz günlük oruçtan sonra kutladığımız Ramazan Bayramından önce yaptığımız bayram kümbetleri gibi Hristiyan alemi de bu bayramda Paskalya çöreği hazırlar, yumurta boyar. Yumurtanın anlamı yeniden doğuş ve çoğalmadır. Bu yüzden bazı Müslümanlar da bu bayramı yumurta bayramı ve Mesih İsa’nın yeniden dirilişi olarak kabul edip kutlarlar.
Bizimİskenderun’da Akçalı beldesi bu bayramı geleneksel olarak kutlayan bir beldedir. O gün, festival alanına döner bütün belde. Herkes herkesin bayramını kutlar, gençler sokaklarda en yeni giysileri ile boy gösterirler. Eskiden evlenecek gençler bu bayramda görücüye çıkarlarmış, belediyeler bu gelenekleri daha geniş tutup festival şekline dönüştürerek beldelerinin tanıtımını yapıyorlar.
Yakın il ve ilçelerden insanlar akar, satıcılar günler öncesinden tezgâhlarını kurarlar, her taraf rengârenk süslenir, gelenlere kocaman kazanlarda pişen Hırisi denen buğday ve etten yapılmış aş, etli bulgur pilavlı yufka ekmekler ve bol-bol rengârenk boyalı yumurtalar ikram edilir. Ve namazlar kılınıp bol bol dua edilir, birlik ve beraberliğimizin sonsuza dek sürmesi için. Diriliş bayramın kutlu olması için.
Ve sevgili okuyucularım Süryanilerin Temmuz ayında kutladıkları Meryem Ana Paskalyası adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine giriyormuş. Katolik Kiliselerinde, Paskalya gecesi ayininde yeni ateş kutsanır, Paskalya mumu yakılır; Kitabı Mukaddes’ten bölümler okunur, vaftiz törenleri yapılır. Hıristiyanlığın başlangıç döneminde vaftiz törenleri, yılda yalnızca bir kez, Paskalya gününde yapılırdı.
Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir. Alay kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz; dönüşte ise, İsa’nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır.
Geleneklerimiz inançlarımız ne olursa olsun aynı yaratanın çocuklarıyız. Ve sevgili okuyucularım sağlıkla, sevgiyle kalalım bütün ayrım gayrımcılara inat. Her zaman hep birlikte… Bütün Hristiyan ve Müslüman kardeşlerimin paskalya, yumurta bayramını kutluyorum ve hayırlara neden olmasını diliyorum… Yase
& & & & &
Sevgi
Ewan 22 yaşına o sene basmıştı, kendinden emin çok zeki ve çok çekici bir genç adam olmanın asaletini taşıyordu. 10 gün sonra Kore’deki bir savaşa katılmak üzere İngiltere’den ayrılacaktı, hiçbir şeyden korkmuyordu ama duygusallığı nedeniyle, ülkesinden ayrılma fikri zor geliyordu ona.
Ağır adımlarla büyük kütüphaneden içeriye girdi, bir kitap alıp oturdu ve okumaya koyuldu. Gerçekten de çok güzel temalara değinmiş etkileyici bir kitaptı elindeki, ama daha da güzel olanı kitabı daha önce başkasının da okumuş ve bazı yerlere notlar almış olmasıydı. Okuyanın notlar aldığı bölümler Ewan’i da derinden etkiliyor, notları okudukca sarsılıyordu. Kim olabilirdi bu? Hemen kütüphane memuresine gitti ve daha önce kitabı okuyan kişinin kim olduğunu öğrendi.
Holly adında bir kadındı, adresini aldı ve eve varır varmaz bir mektup yazdı: “Büyük Kütüphanede bir kitap okudum. Eklediğiniz notlar karşısında hayranlık duyduğumu belirtmeliyim. 10 gün sonra Kore’ye gidiyorum, sizi tanımak-mektuplaşmak istiyorum. Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum. “Holly’den olumlu cevap geldi ve mektuplar ardı arkasına yazılmaya başlandı.
Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkileniyor, yüreklerini birbirlerine biraz daha açıyorlardı. 2 sene bu şekilde geçip gitti. Ewan ve Holly birbirlerine belki binlerce mektup yazmış, her mektuptan ayrı tatlar almışlardı. Ewan’in ülkeye geri dönme zamanı gelmişti, son mektubunda Holly’i görmek istediğini yazdi. “Ancak seni tanıyabilmem için bana bir resmini gönder lütfen” diye ekledi. Holly buluşmayı kabul etti fakat resmi göndermedi. “Resmin ne önemi var ki? Bizi ilgilendiren kalplerimiz değil mi? Yakama kırmızı bir çiçek takacağım.” dedi.
Günler birbirini kovaladı ve Ewan ülkeye döndü. Trenden indiği ilk anda gözleri Holly’i aradı. Bir müddet bakındı, sonra kalabalığın arasından şimdiye dek gördüğü en güzel kadın belirdi. Uzunboylu, çok güzel vücutlu, uzun sarı saçlı, masmavi iri gözleri ve mavi elbisesiyle muhteşem bir kadındı. Kadına doğru bir adım attı, ama yakasında hiçbir şey yoktu. Kadın gözlerine baktı ve “Merhaba denizci, benimle gelmek ister misin?” diye sordu.
Tam o sırada güzel kadının omzunun üzerinden, yakasında kırmızı çiçek olan kadını gördü. Kısa boylu, şişman sayılacak kiloda, gri kısa saçlı, tozlu uzun pardösüsü ve kalın bilekleriyle öylece duruyordu. Ewan şaşkındı, az önce hayatında gördüğü en güzel kadından bir teklif almıştı ancak karşısında da yüreğine aşık olduğu kadın duruyordu.
Kendini toparladı ve yanından geçen dünyalar güzeli kadına aldırmadan ilerledi. Elinde Holly’le birbirlerini tanımalarını sağlayan kitap vardı. Elini uzattı, “Merhaba Holly” dedi gözlerinin içi gülerek. “Pardon” dedi kadın.”Ben Holly değilim. Az önce buradan geçen sarı saçlı mavi elbiseli bayan yakama bu çiçeği taktı ve bunun hayatının sınavı olduğunu söyledi. Sizi garın çıkışındaki cafe’de bekliyormuş…”
Günün Şiiri
Ölü Bir Gürültüyüm
Büyüdüm ey girdap, yanılmayan yasa büyüdüm
Bedelsiz bir askerim ve senin surlarında
Cankuşum kafesinde, yüreğim yurdunda değil
Selinden kopan bir damlayım, yitmek yolunda
Birgün kavuşacak toprağım da yok
Sonsuz boşluğa dökülüyor kanımın şelalesi,
Ölü bir gürültüyüm yalnızca
Ya da bir ölünün çürüyen sesi
Çürüyorum ey girdap, ürkülecek yanım yok.
Pusatsızım ey yasa, hançer belimde değil
Boğazımı paslı bir hırıltıyla yırtıyor gurbet
Tanık yok. Oysa kentin ortasında cinayet
Sinsice gizledim katilimi yüzümün gölgesiyle.
Duyarlı çocuklar uykusu için
Katlanmaksa bu işte.
Düşürmedim gecenin tenhalığına beyaz bir leke.
Katlanıyorum ey cani ey kahreden açlığım
Umarımı eriterek geçen günlere
İntiharı düşünsem; ne bir şakağım var, ne de bir mermi
Sormuyorum bile birgün… Birgün biter mi?
Sormuyorum bile. Su olsam döner miyim
Koptuğum dağlarıma, en derin yatağıma
Güz öncesi resmime, en eski çerçeveme
Anlıyorum ey yasa, yargıçlar yanıtlamaz
Kırık bir asa olur, körün tek karşılığı
Attığı her adımı saydıran kaygı
Dönmekten vazgeçmeyi bile yasaklar.
Olmadı öyle bir şey, o geçmiş yoktur
Bin kez daha tövbeler, beni bağışla
O geçmiş yoktur… O geçmiş yoktur…
Koru ölü sesimi ey çağdaş dua.
Olmadı öyle bir şey, tek bir çiçek vermedim
Filizi olduğum ilkyaz anaya
Yollara düşmedim hiç, dağlarda ölmedim hiç
Kanayarak söylemedim hiçbir şarkıyı
Sevmedim hiçbir şeyi, bir şeyden iğrenmedim
Bu kadarı yetmez mi yüzümü anlatmaya
Olmadı öyle bir şey, öyle bir geçmiş
Dayadım ağzımı kuruttuğun çeşmeye
Çıldırırsa bilincim suyu beklerken
Küflenmiş tırnaklarım çökerse gırtlağına
Suçsuzum ey yasa
Çünkü bütün ölüler dışındadır yasanın.
Adnan SATICI
Doğu Baladı
derinlik olmayı sürdüreceğim bu sığ denizde
bir halkım ben, dünyanın kalbinde paslı bir hançer
kabuk bağlayan yaranın altında kaynayan irin
yurdumda konuk, içimde tutsak, uğraksız göçer
bir derinlik hepsi bu, başka hiçbir şey
saklı bir yanardağ olmanın kendisiyim ben
doğuda, ellerinizden çok uzaklarda
binyıllık bir uykuyu ölerek silkeleyen
halkın derinlik olduğunu kim söylemişti
söyleyin nerde seceresi yitik soyum, nerede derinliğim
siliniyor ölü ceylanın derisindeki mürekkep
avcı burda ey bilici ya ben nerdeyim
yurdumun olmayan denizlere taşınan toprağım
parçalanan kayayım bin parça eşkiyadan
çoğalan bir korkuyum, bin parça yoksulluk
ve kan… denizlere akan, denizlere, yurdumun olmayan
uyruksuz mu denir limanı olmayan gemilere
limanım yok, tutulduğum bu çağdaş fırtınada
ışığım yok, dört yönüm karanlık bir pusula
uyruğum yok, sığmıyor kavmim koca dünyaya
umudum uygarlığım, ey bayrak, ey bayraktar
ovalara bir dağ mağrurluğuyla inerken yeşil
vuruldukça güzelleşen alnın ki, gül rengi
güneşi ince kanadında sürükleyen esenlik rüzgar
n’olur ölme artık, ölüp ölüp terk etme beni
ey ölür gibi yaşayan bir halkın derinliği…
Adnan SATICI