Güzel Hikâyeler Okuyalım

0
88

Günaydın sevgili okuyucularım. Nasılsınız bu sabah? Bu sabah nette dolaşırken bir hikaye okudum ve çok duygulandım. Sizlerle paylaşmak istedim. Sağlık ve sevgiyle kalın ve lütfen çocuklarınıza sevginizi gösterin, onların çocuk olduklarını aklınızdan çıkarmayın… Yase

Dinle Oğlum

Dinle oğlum: Bunları sen küçük ellerinden biri çenenin altında yumruk olmuş, sarı saçların terden ıslanmış, alnına yapışmış bir halde uyurken söylüyorum. Odana gizlice, tek başıma girdim. Sadece birkaç dakika önce, kütüphanede oturmuş gazetemi okurken, güçlü bir pişmanlık dalgası her tarafımı sardı. Suçluluk içinde kalkıp, yatağının başucuna geldim. Düşündüklerim şunlardı oğlum:

Sana kızmıştım. Okula gitmek için hazırlanırken, yüzünü havluyla şöyle bir sildin diye sana bağırmış, ayakkabılarını temizlemediğin için seni azarlamıştım. Eşyalarını yere attığın için öfke içinde haykırmıştım. Kahvaltıda da hata buldum. İçeceklerini etrafa sıçrattın, yiyeceklerini alelacele yedin. Dirseklerini masaya koydun, ekmeğine tereyağını çok kalın bir tabaka halinde sürdün. Sen oynamak, ben de trene yetişmek için çıkarken, bana döndün, elini salladın “Güle güle baba” dedin. Ben ise irkildim ve “omuzlarını dik tut” cevabını verdim. Öğleden sonranın geç saatlerinde her şey yeniden başladı. Eve gelirken seni dizlerinin üstünde eğilmiş, misket oynarken gördüm. Çoraplarında delikler vardı. Seni arkadaşlarının önünde, benimle eve gelmeye zorlayarak aşağıladım. Çoraplar çok pahalıydı ve eğer parası senin cebinden çıkıyor olsaydı, daha dikkatli olurdun. Bir düşün oğlum, bunlar bir babanın lafları. Daha sonra, ben kütüphanede okurken, gözlerinde acı dolu bir bakışla nasıl çekingen çekingen içeri girdiğini hatırlıyor musun? Gazetenin üstünden, rahatsız edilmiş olmanın verdiği sıkıntıyla sana baktığımda, kapıda durakladın. Ben ise “ne istiyorsun” diye kükredim. Hiçbir şey söylemedin ama aceleyle bana doğru koştun, kollarını boynuma dolayıp beni öptün. Küçük kolların Tanrı’nın yüreğine yerleştirdiği, sana yaptıklarımın bile solduramadığı o büyük sevgiyle boynumu sıkıyordu. Sonra koşa koşa merdivenlerden çıkıp gittin.

Evet oğlum, bundan hemen sonra gazetem ellerimden kaydı ve müthiş bir korku her yanımı sardı. Adetlerim bana neler yaptırıyor? Hata bulma adetim, azarlama adetim. Sana bir çocuk olduğun için verdiğim ödül bu mu? Seni sevmediğimden değil ama bir çocuktan çok fazla şey beklemiştim. Seni kendi ölçütlerimle değerlendirmeye kalkıyordum. Oysa karakterinin o kadar iyi o kadar güzel yanları vardı ki. Küçük yüreğin, dağların ardından söken şafak kadar büyüktü. Ve bunu gelip bana iyi geceler öpücüğü vererek gösterdin. Bu akşam başka hiçbir şeyin önemi yok oğlum. Karanlıkta yatağının başucuna geldim ve utanç içinde diz çöktüm. Bu çok yetersiz bir af dileme çabası. Bunları sana sen uyanıkken söylersem anlamayacağını biliyorum. Ama yarın gerçek bir baba olacağım. Seninle dost olacak, sen acı çektiğinde bende çekecek, sen güldüğünde ben de güleceğim. İçimden kötü sözler etmek geldiğinde dilimi ısıracağım. Sonra kendime hep şu sözleri söyleyeceğim: O sadece bir çocuk, küçük bir çocuk. Korkarım seni sanki bir yetişkinmişsin gibi gördüm. Ama şimdi seni yatağında dertop olmuş, yorgun, uyurken görüyorum da oğlum, küçük bir bebek olduğunu anlıyorum. Daha dün başını omzunun üstüne koyduğun anneciğinin kucağındaydın. Senden çok fazla şey bekledim, çok fazla…

W. Livingston Larned

& & & & &

Ve sevgi dolu bir hikâye daha…

Gerçek Sevgi

John Blanchard oturduğu banktan kalktı, üzerindeki denizci üniformasını düzeltti ve şehrin büyük tren istasyonundaki insanları incelemeye koyuldu. Gözleri o kızı arıyordu, kalbini çok iyi bildiği, ama yüzünü hiç görmediği, yakasında gül olan o kızı. Ona olan ilgisi bundan on üç ay önce Florida’da bir kütüphanede başlamıştı. Raflardan aldığı bir kitabın içindeki yazıdan çok etkilenmişti… Kitaptan değil, sayfalardan birinin kenarında kurşun kalemle yazılmış minik notlardan… Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu ve insanın içine işleyen bir karakteri yansıtıyordu. Kitabın baş sayfasında, o kitabı en son okuyan kişinin ismini gördü: Bayan Hollis Maynell. Biraz zaman ve çaba sonunda adresini buldu. Bayan Maynell New York’ta yaşıyordu. Blanchard ona kendisini tanıtan ve mektup arkadaşı olmayı teklif eden bir mektup yazdı. Ertesi gün de İkinci Dünya Savaşı’na katılmak için Avrupa’ya doğru yola çıktı. Daha sonraki bir yıl bir ay boyunca birbirlerini mektuplarla tanıdılar. Her mektup kalplerine düşen bir sevgi tohumuydu sanki. Bir romantizm başlıyordu. Blanchard kızdan bir resmini istemişti, ama kız reddetti. Kendisini gerçekten önemsiyorsa nasıl göründüğünün ne önemi vardı.

Sonunda Blanchard’ın Avrupa’dan dönüş günü geldi çattı. İlk buluşmalarını ayarladılar… New York Tren İstasyonu’nda akşam saat tam 7’de. “Beni tanıman için” diye yazmıştı kız mektubunda, “ceketimin yakasında kırmızı bir gül takılı olacak.” İşte saat tam 7’ydi ve Blanchard yüzünü daha önce hiç görmediği, ama kalbini sevdiği o kırmızı güllü kızı arıyordu. Hikâyenin gerisini Bay Blanchard’dan dinleyelim: “Birden genç bir kızın bana doğru yürüdüğünü fark ettim. İnce ve uzun boylu, dalgalı sarı saçları o güzel kulaklarının önünden omuzlarına düşmüş… Çiçek rengi mavi gözlü… Dudaklarının ve çenesinin muntazam kıvrımları ve açık yeşil giysisiyle insana sanki baharın geldiğini müjdeleyen bir kızdı. Ben de ona doğru yürümeye başladım. O kadar etkilenmiştim ki yakasında gül olup olmadığına bakmak aklıma bile gelmedi. Ona yaklaşınca, dudaklarında hafif ve tahrik edici bir gülümsemeyle bana ‘Benimle aynı yöne mi gidiyorsun, denizci?’ diye fısıldadı. Neredeyse kontrolsüz bir şekilde ona doğru bir adım daha attım ve o anda Hollis Maynell’i gördüm. Kızın tam arkasında duruyordu. 40’ını çoktan geçmiş, grileşmeye başlamış saçlarını şapkasının altında toplamış… Şişmana yakın, kısa boylu, kalın bilekli ayakları topuksuz ayakkabılara gömülmüş. Kafamı çevirdim, yeşil giysili kız hızla uzaklaşıyordu. Kendimi ikiye bölünmüş hissettim; arzularım kızı takip etmemi, ta içimden gelen bir istek ise ruhu bir yıldır bana eşlik eden kadınla kalmamı söylüyordu. İşte orada öylece duruyordu. Solgun, kırışık suratı kibar ve duygulu, gri gözleri sıcaktı. Çekinmedim. Beni tanımasını sağlayacak mavi deri ciltli kitabı ona doğru tuttum. Bu aşk olamazdı, ama mutlaka değerli, belki aşktan da güzel, çoktan beri minnettar olduğum ve olacağım bir arkadaşlık gibi bir şey olabilirdi. Kadını selâmladım, her ne kadar gizlemeye çalıştıysam da pek başaramadığım hayal kırıklığımı belli eden sesimle ‘Ben Teğmen John Blanchard, siz de Bayan Maynell olmalısınız. Sizinle buluşabildiğim için çok mutluyum. Sizi yemeğe götürebilir miyim?’ diye sordum. Kadının yüzüne bir gülümseme yayıldı: ‘Neden bahsettiğini bilmiyorum delikanlı’ dedi, ‘ama şu az önce buradan geçen yeşil elbiseli kız bu gülü yakama takmamı rica etti benden ve eğer siz beni yemeğe davet edecek olursanız kendisinin sizi caddenin karşısındaki büyük restoranda beklediğini söylememi istedi. Dediğine göre bu bir çeşit sınavmış.’

Günün Şiiri

Yeni Gökler

Büyük kuşların uçmak zorunda olduğu gökleri

Eski sürüngenler bir türlü anlamadılar

Bir kanat vuruşuyla çekip gitmeleri

Yol korkakları her zaman yadırgayacaklar

Ve birden geriye dönüşün kırmızı gülleri

Bizi en olur biçimde uzun uzun anlatmalıdırlar

Giydiğimiz yamalı yorgunluk eskileri

Unutulmuş olmaya artık katlanmalılar

Eğer hiç sarsılmayacak bir yalnızlığımız varsa

O bizi birbirimize doğru iten bir Pazar

Sevişmeler taş devrinden kalmaysa

Utansın mı tarihten önceki zamanlar

Büyük kaptanların geçmek zorunda olduğu denizleri

Balinalar ve buz dağları korkutamayacak

Korku bir yüz karası gibi sancılanacak

Silip attığı için bütün değişmeleri

Afşar TİMUÇİN

Senin Bildiğin

Sen bilirsin

Ne denizler dağlardan bu kadar yüksek

Ne sevinçler acılardan bu kadar ayrı

Daha önce dökülmesi yaprakların

Doğrudur

Yoksa neye benzer gül dönemi kiraz zamanı

Umutsuzluk bile ne güzel bilir misin

İkide bir umudu getirir karşımıza

Ölüm büyük bir saçmalık olurdu

Işık yüzlü bebekler doğmasa

Sen bilirsin

Ne denizler dağlardan bu kadar yüksek

Ne sevinçler acılardan bu kadar ayrı

Sen bilirsin

Ne ben senden iyice başka biriyim

Ne bu kuşlar göklerden başka bir şey

Afşar TİMUÇİN

Günün Fıkrası

Adam evine telefon açar, telefonu yabancı bir bayan açar. Adam karşıdaki sesi duyunca şaşırır; “Sen kimsin?”

“Evin hizmetçisiyim.”

“İyi de bizim hizmetçimiz yok ki!”

“Evin hanımı beni bu sabah işe aldı.”

“Ya. Öyle mi? Ben de evin beyiyim. Hanımı çağırır mısın?”

“Hanımınız şu an yatak odasında kocası sandığım bir adamla beraber.”

Adam şaşırır, sinirlenerek, “Elli bin dolar kazanmak ister misin?”

“Tabii ki isterim. Kim istemez…”

“O zaman çekmecedeki silahı al, yukarı çıkıp o cadı ile o sümsük herifi vur!” Önce ayak sesleri duyulur, sonra iki el silah sesi. Hizmetçi telefona geri gelir: “Öldürdüm efendim, cesetleri ne yapayım?”

“Cesetleri havuza at.”

Kadın duraklar: “Ama burada havuz yok ki?”

Adam bir süre düşünür ve cevap verir: “Orası 112 43 44 değil mi?”

“Hayır!!!!!”

“Pardon! Yanlış numarayı aramışım!!!!!”

CEVAPLA

Please enter your comment!
Please enter your name here