Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Düşünüyorum yine (bol, bol zamanım var çünkü) düşünmeyi seviyorum ama konuşmayı da seviyorum; hatta özlüyorum öyle derin dolu, dolu bir muhabbeti. Bu günler benim için nerdeyse yalnızıca susma günleri olmaya başladı, kardeşim ve çocuklar gittiğinden beri. Ağzımdan kısa sözcükler çıkıyor yalnızca. Günaydın gibi, nasılsınız gibi, teşekkür ederim gibi? Havuzda, çarşıda, pazarda her yerde yalnızca bu sözcükler yetiyor artıyor bile. İşte biz insanlar böyleyiz. İstersek hiç konuşmadan da anlaşabiliriz, yaşayabiliriz ama olmaz. İlla ipe sapa gelmez şeyleri bir çırpıda konuşacağız. Hatta o kadar rahatız ki bu konuda ağzımıza hiç ama hiç almamamız gereken kötü sözleri de bir çırpı da sıralayabiliriz. “Nasıl bir düşüncesizliktir bu bir türlü anlayamıyorum”
Düşünüyorum eğer doğru konuşmayı biliyor olsaydık belki başımıza gelen şeylerin onda biri bile gelmezdi başımıza. Örneğin ben deniz gibi yalnızca iki sözcüğe mecbur kalmazdık. Örneğin daha sonra pişman olup özür dilemek zorunda kalmazdık, örneğin asla bir daha geri almayacağımız sözler yüzünden karşımızdakinin yüreğini parçalamazdık, ömür boyu sürecek kırgınlıklar ve araya dağları sokmazdık. Hatta bazımız cinayet işlemezdi belki boşanmazdı.
Ve belki hiç yalan söylemek zorunda kalmazdı ve bu örnekler daha uzar gider.
Ben deniz iki üç sözcüğe mahkum kaldım çünkü sorgulanmaktan, hayatımın inciğinin cıncığın sorulmasından hiç hoşlanmıyorum. Özelikle deniz kenarında, havuzda ve durakta…
Hepimizin birbirine hoş gelemeyen tarafları vardır kuşkusuz. Ancak onları bu yüzden taciz etmek, sıkıştırmak, hakaret etmek çok ama çok zararlı bir şey ben denizin de şaşırdığı şey… İki hanımın tartışmasına şahit oldum kilo ve şort yüzünden… Zaten çokta normal olmayan bir zamanda yaşıyoruz en azından bu hanımların hadi kilolar hassas konu, belki hiç dokunmamak gerekirdi ama diğeri de o şık şorta laf atmamalıydı yani etki tepki oldu ve kırılan taraf diğer taraftan intikamını almak istedi acımasızca. İkisi de Mevlana’dan habersizdi ve bütün olaya şahit olanlar ve yakınlar “kırıldıysan kırdığın içindir” sözünden bi haberdi ki kimse eşine, kızına, kardeşine, arkadaşına bunu söylemedi. Ve arayı bulmadı aksine gruplara ayrıldılar.
Bu minnacık bir örnek ama çok büyük anlam taşıyor kardeşliğe, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan bu günlerde. Bu yüzden diyorum kıracağınıza hiç konuşmayın olsun bitsin. Ancak tabi herkes ben deniz gibi suskunluğa en az açlık kadar tahammül edemez ki. Ama en azından, bir soluk alıp, ondan sonra sözünü tartarak konuşmaya çalışabilir değil mi ama. İnsanlar?
Ne demiş Hz. İsa; “Ağzına giren değil ağzından çıkandır önemli olan.”
Kendi hesabıma bu yüzden günaydın ve nasılsınız ve teşekkür ederim üçlemesi ile yetiniyorum artık kimseyi kırmak, incitmek istemiyorum çünkü kendimi seviyorum ve asıl incinen ben olmak istemiyorum.
Ve sevgili okuyucularım şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım her zaman… Yase
& & & & &
Hakiki Muhabbet Nedir?
Kırılan iki arkadaştan biri, uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar. “-Kim o?” diye seslenir içerdeki. “-Benim” der kapıyı çalan.
“-Burada ikimize birlikte yer yok” diye cevap verir öbürü.
Aradan uzunca bir zaman geçer… Yeni bir umutla tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını. “-Kim o?” diye sorar yine içerdeki. “-Sen’im” der bu sefer. Ve kapı sonuna kadar aralanır.
Hz. Mevlânâ da; “Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp âdeta o olmalısınız” diye anlatır hakiki muhabbeti.
& & & & &
Mal Sevgisi Kalbi Kaplamamalı
Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin (VIII. yüzyıl) ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi: “-Ya imam, gemin battı!…” (İmamın ticari mal taşıyan gemileri mevcut)
İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra “-Elhamdülillah” dedi.
Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi: “-Ya imam, bir yanlışlık oldu batan gemi senin değilmiş.”
İmam bu yeni habere de: “-Elhamdülillah” diyerek mukabele etti. Haber getiren kişi hayrete düştü: “-Ya imam, gemin battı diye haber getirdik “Elhamdülillah” dedin. Batan geminin seninki olmadığını söyledim yine “Elhamdülillah” dedin. Bu nasıl hamdetme böyle?”
İmam-ı Azam izah etti: “-Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu nedenle Allah’a hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah’a şükrettim.”
& & & & &
Öğüt
Bir gün Emir Süleyman Pervane, Mevlana’dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana, bir zaman düşündükten sonra: “-Emir Pervane, Kur’anı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu?” dedi.
Pervane: “-Evet.”
“-Ayrıca, Şeyh Sadreddin’den hadis ilmi okuduğunu da duydum.”
“-Evet doğrudur.”
Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu: “-Mademki, Tanrı ve onun peygamberinin sözlerini okuyorsun… O sözlerden öğüt alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadis’in emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın.”
Pervane, bu sözler üzerine ağlayarak dışarı çıkar.
Günün Şiiri
Fırtınadan Sonra
Hava, gelip geçen fırtınayla dolu.
Canlandı her şey, ve bir cennet ferahlığında solmakta
Leylak, bir tazelik akımını çekmede içine
Her yana dağılmış mor salkımlarıyla
Hava değişimi diriltti her şeyi,
Doldurmada çatı oluklarını yağmur;
Fakat gitgide aydınlığa doğru değişmede gök
Kara bulutların ötesi masmavi
Sanatçının eli daha bir güvenle
Arındırmada her şeyi tozundan, kirinden;
Yaşam, gerçeklik ve olup bitenler
Yepyeni çıkmada onun atölyesinden
Yaşanmış yarım yüzyılın anıları
Gelip geçen fırtınayla tersine dönmede şimdi,
Yüzyılımız çıktı vesayetinden onun
Geleceğe yol açmanın zamanı geldi
Yeni yaşamın yolunu arındıracak olan
Artık sarsıntılar ve dönüşümler değildir;
Bir şeylerle alevlenmiş ruhun
İçtenliği, fırtınaları ve cömertliğidir…
Boris PASTERNAK / Çeviren: Ataol BEHRAMOĞLU
Ağustos
Tam söz verdiği üzere
İlk sabah güneşi perdeler arasından içeri girdi
Ve safran renginde, meyilli bir çizgi
Sedire ulaşıverdi.
Güneşin sıcak cilası
Kapladı yakın ormanı, köy evlerini
Yatağımı, ıslak yastığımı
Ve kitaplarımın arkasındaki duvarı.
Yastığımın niçin ıslak olduğunu hatırlarım
Geleceğinizi görmüştüm düşümde
Birbiri ardısıra, ormanın içinden
Beni uğurlamaya.
Dağınık bir kalabalığın içinden yürüyordunuz
Sonra biriniz hatırlamıştı
Eski takvime göre
Bugün Ağustos’un altısı, Tecelli Yortusu’ydu.
Her zaman böyle bir gün Tabor dağından
Alevsiz bir ışık gelir
Ve sonbahar, bir levha gibi temiz
Tüm bakışlar ona yönelir.
Yürümüştünüz, küçük, dilenci çıplaklığında
Titreyen kızılağaç korusu içinden
Mezarlığın zencefil kızılı çalılığına
Ballı bir petek gibi parlayıp birden.
Gökyüzü ulu komşusuydu
Susmuş ağaç doruklarının
Ve uzaklık çağırıyordu uzaklıkları
Çoktan uyuklamış ötüşlerinde horozların.
Ağaçların arasında, kilise avlusunda
Mezbaha memuru gibi durmuştu ölüm
Ve bakmıştı solgun donuk yüzüme
Ölçmek için mezarım, büyüklüğüm.
Hepiniz işitebiliyordunuz net
Yakınınızdaki bitkin sesi
Benim yiten sesimdi o, peygamberane
Yok olmanın henüz el değmediği.
“Elveda gök mavisi ve altını
Tecelli Yortusu’nun
Bir kadının son okşayışlarıyla yumuşak
Ölüm saatimin acılığı.
Elveda süresiz yıllar
Ve alçalış uçurumlarına
Meydan okuyan kadın
Ben alanıydım savaşınızın.
Elveda gerilmiş kanatların köprüsü
Özgür inatçılığı uçuşun
Şekli dilde açıklanan dünya
Yaratıcılık, mucizelerin çalışma gücü.”
Boris PASTERNAK / Çeviren: Osman TÜRKAY
Günün Sözü
İnsanlar arzularına son olmadığı için, bu arzuları tatmin edecek vasıtalara da son olmamasını isterler.
ARISTOTELES