Değerli Okurlarım, hiç kimse suçu kabullenmez. Ne yaparsanız yapın gerçekten suçlu olsa bile “O suçu ben işledim… O suç bana aittir…” dedirtemezsiniz, mümkün değil…
Bütün insanlar böyledir, bu doğru da, biz bir adım daha öndeyiz. Kendimizi değiştirmeye de hiç niyetimiz yok. Bir suç işlenmiş ve işlenen suçla iki kişi zanlı. Hangisine sorsanız ben işlemedim der. Hâlbuki o üç kişiden birisi gerçekten suçlu ve buna rağmen inkâr ederler.
Kaçmak ve inkârcılıkla ilgili atasözlerimizde bulunmaktadır. Atalarımızın sözleri tamamen doğru olduğundan, bizlere iyi şeyler önerdikleri de anlaşılıyor…
Geçenlerde Yahudi dostlarımız bir bayram kutladılar. Oruç da tuttular, günahlarının affedilmesi için dualar ettiler. Bu bayramın adını merak ettim ve yaşlı birine sordum…
“-Bu bayramın adı nedir?”
“-Yom Kippur bayramıdır ya, Kefaret Günü derseniz aklınızda daha iyi kalır…”
O yaşlı kişi anlatmaya devam etti; “Kefaret, bir günahı Tanrı’ya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka veya tutulan oruç anlamına gelmektedir. Bu bayramın bugün artık icra edilmeyen ritüellerinden biri de Azrail’in Keçisi törenidir.
Azrail, eski çağlarda bir inanca göre çölleri mesken tutan bir kötü ruhtur, yani şeytandır. Eski Yahudiler, Kefaret Günü’nde, bir yıl boyunca işledikleri bütün günahları tabi sembolik olarak bir keçiye yükler ve Azrail’e kurban olsun diye çöle salarlarmış…”
Demek ki, günah keçisi sözü eski Yahudiler zamanında da varmış. O zaman kendimizi fazlaca suçlamayalım. Lügate baktığımızda da “Sürekli suçlanan, önüne gelenin öfkesini çıkardığı” kimseler olarak geçiyor. Bir başkası da, suçsuz olduğu halde başkalarının suçunu yüklenen kişi ya da toplumdur diyor. Anladığım kadarıyla burada güçsüzlük söz konusudur. Güçlü toplumlar suçlamaları katiyen kabul etmezler.
Sosyoloji kanunlarından biri de, “Her kurum, geçici bir ahenk yakalayabilmek için kendine günah keçileri yaratır… Çalışma hayatıyla ilgili sosyoloji kanunlarından biri d aynen böyle söylüyor. Böyle olunca da, suçlayan grup kendi hatalarını başkasına yüklemiş, başarısızlıklarına veya yetersizliklerine bir kılıf bulmuş oluyorlar.
Ayrıca, hem karşısında birleşebileceği bir düşman yaratarak geçici de olsa birlik oluşturmuş hem de, her zaman zayıfı karşısına aldığı için, kendini güçlü hissetmiş olacaktır.
Hele bizde… Günah keçisinin bir varyantı da giysi yoksulu abalı ya da şamar oğlanı denilen garibandır. Herkesin saldırısına, sevimsiz şakalarına maruz kalan insan demektir. Yunus Emre istediği kadar “Hep eksiklik bendedir” desin. Anlamını bile tam kavrayamadığımız empati sözü moda diye istediğimiz kadar dilimize pelesenk olsun… Biz de hep eksiklik, suç, kabahat başkalarındadır.
Kendini tanımaktan korkan, kendiyle yüzleşmeye cesareti olmayan, kendine güvenmeyen, dolayısıyla tedavisi ve telafisi de mümkün olmayan insanların ve toplumların hoşça vakit geçirtecek şamar oğlanı ve günah keçisi eksik olmaz. Ancak, bu şamar oğlanı ya da günah keçisi, gelişmiş ülkelerde yoktur, nedense hep gelişmekte olan ülkelerde bulunmaktadır. Bizim şansımız…
Mutlu olun, mutlu kalın… SAYGILARIMLA
Gönül Köşemden
Güçsüzleri Dövmenin Erdemi
Değerli Okurlarım, sohbetlerimizde atalarımızın sözlerine geniş yer veririz. O sözlerin binlerce kez denendikten sonra bizlere ulaştığına inanırız ve güveniriz. Dayak atmanın, güçsüzleri dövmenin erdemi olamaz. Kendisinden güçsüzlere örneğin, çocuklarına şiddeti kullanan ana-babaların acz içinde olduklarını üzülerek söyleyebilirim.
Araştırmalarıma göre, dünyada kadınların en çok dayak yediği ülke hangisidir biliyor musunuz? Bizim ülkemiz, yani Türkiye…
Her yüz asil Türk kadınından 58’i kocasından, erkek kardeşinden, oğlundan dayak yiyormuş. Muhtemelen 10 yıl önceki araştırmalar böyle söylüyor. Çocukluğumu hatırlıyorum da, dayak yemeyen, 5-6 çocuk doğurmayan kadının toplumda itibarı olmazdı. Küçük yaşta ki çocuklara Kur’an öğreten hocalar mahallede terör estirirlerdi. Ellerinde 5-6 metre uzunluğundaki sopa ile, sağına soluna bakanlara, konuşanlara gülenlere hiç acımazlardı. Kasımpaşalının hocası da öyleydi. 4+4+4 ile yine oralara geliyoruz. O zamanın hocaları sık-sık “Estağfurullah” çekerlerdi. Bunu bir türlü çözemedim. Şimdi ki hocalardan öğrenebiliriz diye düşünüyorum.
Dünyaya geldiğimizde de ebenin kıçımıza vurduğu bir “Şaplak”la ağlamaya başlamıyor muyuz? Anlatmak istediğim doğuştan dayağa yatkınlığımız var. Ne hikmetse insanlık tarihinin en eski kısır döngüsü, yani bu dayak atma ayıbı kuşaktan kuşağa sürüp gidiyor.
Oysa çocuğun beyni küçük yaşta oluşmaktadır, bu sübyan kendisine şiddet uygulayanları eleştirmiyor, karşı çıkamıyor. İçgüdüleriyle varlığını sürdürmek için onlara bağımlı olduğunu biliyor. Nefretini kendini yönlendiriyor ve bundan fizik ve mental olarak çok olumsuz etkileniyor. Önce kendine, sonra başkalarına karşı acıma duygusunu yitiriyor.
Sonuç olarak, dayaktan gözünü açamayan erkeğin, karısını ve çocuklarına şiddet uygulama oranı oldukça yüksek. Dayak yiyen bir kız çocuğunun, dayak yiyen bir kadın olma ve çocuklarını dövme olasılığı da çok yüksek.
Unutmayalım ki, büyük suçluların, seri katillerin ve terörü siyasi bir araç olarak gören yakın tarihimizin diktatörleri dayakla büyümüş, ezilmiş, şiddetle haşır-neşir olmuş çocuklardır. Kendisinden güçsüz olanın canını yakmamasını öğretmek için güçlünün zayıf olanın canını yakmaya hakkı var. Bu ifade neden söylenmiş onu da çözemedim.
Bazı atasözlerimiz vardır ki, şimdilerde itibar görüyor mu acaba? Dayak cennetten çıkmadır… Kızını dövmeyen dizini döver… Çocukken hor görülen çocuk, büyüdüğünde çocukları hor görüyor. Çocukluğunda şiddet gören çocuklar, büyüdüğünde şiddet uyguluyor. Bu konuda atasözlerimiz çok da. Bir Arap atasözünü söylemeden geçemeyeceğim… “Karını döv! Sen niye dövdüğünü bilmiyorsan, o niye dayak yediğini bilir…”
Ve bir anı! Co isimli Alman kurdum vardı. Yaramazlık yaptığı için feci dövmüştüm ve CO saldırı durumuna geçti. Korkmadığımı söyleyemem. Bileğimi ağzına uzattım. Elimi kolumu yalamaya başladı. Mübarek hayvanın karşısında o kadar mahcup oldum, o kadar zor durumda kaldım ki, anlatmam mümkün değil. İnsanlar karşısında zor durumda kalmak, mahcup olmak sanırım daha da kötü olmalı. Bazı asil Türk kadınları resmen dayağı hak ediyor. O zaman ne olacak? O konuda bir şey söyleyemem, İnisiyatif sizde!
Mutlu olun, mutlu kalın… SAYGILARIMLA
Günün Nabzı
Sanatçının Konumu
Sanatçı her şeyden önce samimi olmalıdır. Aşina olduğu, tattığı duygulardan dem vurmalıdır. Tatmadığı aşklardan, acılardan söz ediyorsa sanata samimiyetsizlik riya karışır. Aynı zamanda yazarların işleri çok zorlaştı günümüzde. Her şeyi bilimsel doğruların kesinliğiyle ölçme özentisindeki sözde modern insan, yazarın etkinliklerine dudak bükerek bakıyor.
Oysa sanatın ortaya koyduğu gerçek, hiç de bilimsel doğrunun ölçütleriyle değerlendirilemez. Bilim, deneylerle kanıtlayarak yasalarını sunar. Edebiyat eseri ise olayları, sezdirme yoluyla duyarlılığımıza seslenerek verir.
Sanatçı adam gibi adam olmalıdır öncelikle. Onunla dostluk kurmak, dostluğu sürdürmekte çok şeyler ifade etmelidir. Sanatçı en küçük bir ayrıntıyı kaçırmayıp, gösterilen sevgi ve saygıyı teraziye vurup muhatabını sınavdan geçirmelidir. Sonuç istediği gibi olursa çok üzülür. Düşündüğü gibi olursa, ondan tatlı adam yoktur dünyada.
Öcal’dan İnciler
Aşktan Kurtulmak Tutulmaktan Zordur
Günün Sözü
Çaresiz Kalırsak Yılana Bile Sarılırız!