Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? “Biz böyle miydik böyle mi olduk!” diye düşünüyorum. Konusunu bire bir gerçek yaşamdan aldığım romanımın en can alıcı yerinde olduğumdan katmerleşen bir duygusallık içindeyim. Ve çevremdeki duyarsızlığın, duygusuzluğun dehşeti canımı daha çok acıtıyor. Hayat bir göz açıp kapamadır sadece. Sonunda gidilecek yer aynıdır oraya insan yalnızca amellerini götürebilir, parasını, pulunu, servetini, malını değil. Ki o para pul o servetin ilk sahibi kim? Can bir lokma bir hırka demedi, hayatını ve kendini temiz tuttu sadece. Sonunda hastalıkların en ağırına yakalandı dört ay içinde göçtü gitti dünyadan, ardında bir iz bıraktı sadece sevgi ve saygı duyulan temiz bir isim. Anıldıkça saygı duyulan ve sevdikleri için büyük, çok büyük, asla doldurulamayacak bir boşluk.
& & & & &
Ve duyuyorum ki bazı arkadaşlar oy kullanmak istemiyorlarmış, kime, neye, niçin vereceklerini bilmiyorlarmış. Sevgili arkadaşlar oy vermek demek “ben varım” demektir. Benim oyum bir şeyi değiştirmek için gereklidir demektir. Oyunuzu lütfen kullanın, hangi partiye verirseniz verin ama mutlaka verin. Boşa giden her oy demokrasiden bir adım daha uzaklaşmak demektir. Ve içinde bulunduğumuz durum demokrasiye ve temiz siyasete en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamandır. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım sevgili okuyucularım. Yase
Şubat Güneşi
Muayeneden sonra duyduklarından serseme dönmüş bir vaziyette aşağı inerken asansör kullanmak zorunda kalmışlardı, Can’ın hastalığından dolayı. Zeynep ise çaresizlikten kullanmıyordu, Can’ın annesi de aynı durumda idi Zeynep, “Ya ben, Tanrım ben her şeyimi yitiriyorum!! Can benim hayatım, aşkım, arkadaşım, gelecekte ki çocuklarımın babası!! Nasıl katlanacağım yokluğuna? Annem gitti amin, abim gitti ki canımın diğer yarısıydı gitti şimdi sıra Can’da mı? Olmaz böyle şey inanmıyorum olmaz olamaz.” Bir an çıldıracağını sandı. Yüreği sıkıştı “Aman Tanrım” diye inlerken. Kendini toparlamak zorunda olduğunu anımsattı kendine. Hemen kendini topladı, yüzüne maskesini taktı. Kendi bile inandı tatlı sesine.
“Kurtulacaksın, özel olmana izin vermeyeceğim. Hep sen mi özel olacaksın?” demişti. Halsizce yatağına uzanmış genç çocuğa. Bir yandan da “bir şeyler olmalı tanrım bir şeyler yapmalıyım, lütfen bana yol göster” diye yakarıyordu içinden.
Birden tuhaf bir şey olmuştu. Zeynep omzunda hafif tüy gibi bir dokunuş algılamıştı. Meltem gibi hafif sarıcı, sakinleştirici üzerine hemen bir rahatlık ve tevekkül gelmişti. “Tanrının bana yanıtı bu olmalı” diye düşünmüştü o zaman. Gerçekten de kendini daha sakin ve sabırlı algılıyordu artık.
Hastalık hızla ilerliyordu. Doktorların tahmininden de hızlı. Zeynep’le Can bunu an, an yaşıyorlardı. Zeynep kendine “acı çekecek zaman yok, bu zamanı Canla geçirmeliyim” diyordu ağlamak üzere olduğunu algıladığında. Can artık işe gidemiyordu. Arkadaşları dostları hatta hiç tanımadığı genç insanlar bile geçmiş olsuna geliyordu. Ne kadar seveni varmış diye Zeynep şaşırıyordu. Arayanlar arasında her gün telefon eden bir kadın vardı, Can’ın sağlık durumunu soruyordu. Adını vermeden. Zeynep anlamlı, anlamlı soruyordu “beni kimle aldatıyorsun” diye. Ama sonra o kadını görmüştü saçı başı dağınık, ayaklarında terlik, deli gibi cenazeye gelmiş hatta üzerine kapanıp Zeynep’in yapamadığını yaparak delice ağlamıştı. Ama ondan sonra bir daha ortalıkta görünmemişti. Zeynep kim olduğunu hiçbir zaman öğrenememişti o genç kadın.
Yalnız kaldıklarında birlikte kitap okuyorlardı. Ne çok kitap vardı okunacak. Can “bu hastalığın en iyi tarafı kitap okumak için zaman bulmamız” diyordu Zeynep’e gülerek. Fakat ne yazık ki hızla ilerleyen hastalık bir yığın kitap bırakacaktı geride okunmamış… Her an bir parçası yitiyordu genç çocuğun. Önce ayakları, ağır-ağır yürüyebiliyorken yürüyemez olmuştu. Fakat oturabiliyor, tıraş olabiliyordu. Arkadaşları geldiğinde onlarla birlikte geniş balkonda oturup kahve içiyorlar şundan bundan konuşuyorlardı. Ancak bu durum çok kısa sürmüştü. Can artık fincanı tutarken zorlanıyordu. Zeynep yanına oturuyor kahve fincanını sehpadan alıp eline veriyordu. Can arkadaşlarının yanında kendini kötü hissetmesin diye elinden geleni yapıyordu. Ancak önce titreyen ellerlerinin parmakları teker, teker eriyip gidiyordu. An, an takip edebiliyorlardı.
İki genç çocuk şaşkın, korkak, ölenleri seyrediyor, bir bilim adamı ciddiyeti ile ikinci ölümün kaç dakikada bir olacağını hesaplıyorlardı. Sanırım bu kafayı yememek için uydurdukları bir korunma yöntemiydi. İkisi de buna sıkıca sarılmıştı. Ölüm korkusu yaşamıyorlardı; yalnızca şaşkınlardı, hem de çok şaşkın. “Ne kadar hızlı” demişlerdi diğer elin başparmağı da ölünce. Biçimli, bakımlı o güçlü erkek el, nasılda saydamlaşmış zayıflamıştı. Kemikleri sayılıyordu. Fakat soylu güzelliğini yitirmemişti.
Zeynep o eli elleri arasına almak kendi kanını canını ona vermek istiyordu, önüne geçemediği bir güçle. Ancak Can artık başını dik tutamıyor oturamıyor ellerini ayaklarını oynatamıyordu. Ve her dokunuştan şiddetli acı çekiyordu. “Bir dokunsam geçer biliyorum” diyordu kendi kendine Zeynep. Ama yinede acı vermekten korktuğundan ona dokunamıyor, ellerini yumruk yapıp arkasında saklıyordu. Elleri ayakları ona çok geliyordu artık.
“Bak Zeynep, not tutalım istersen, benden sonrakilere yararı dokunabilir” diyordu Can büyük bir ciddiyetle. Zeynep “ben not tutmak istemiyorum, özel olmak istemiyorum, güçlü olmak istemiyorum, yalnızca Can kalksın bu yataktan bana dönsün istiyorum” diye bağırmamak için kendini güç tutuyordu. Ama kendine bile yabancı gelen bal gibi tatlı bir sesle, “sen söyle ben yazarım” diyordu. Bunu ancak iki kez yapabilmişlerdi. Can sürekli yatmak zorunda kalıyordu, konuşmakta da zorlanmaya başlamıştı. Çok zayıflamış bir deri bir kemik kalmıştı, bu yüzden korkunç ağrılar çekiyordu. Zeynep telaştan, korkudan ne yapacağını şaşırmıştı Can elinden kayıp gidiyordu an, an kimse bir şey yapamıyordu. Sonunda mistik güçlere sarıldı. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” sözüne çok inanıyordu. Ve Hızır a.s. adaklar adıyor kimseciklerin haberi olmadan yoksulları doyuruyor ve Hızır’ın gerçekten yetişeceğine inanmak istiyordu. Arkası Yarın
Günün Şiiri
SILAYA DÖNÜŞ
I.
Evinin önünden yavrum
Sabahları geçtikçe
Pencerende görürsem seni
Sevinçler dolar içime.
Uzun uzun bakar bana
Koyu kumral araştıran gözlerin:
“Hasta, yabancı adam
Neyin var, kimsin?”
Ben bir Alman şairi
Bütün Almanya’da meşhur,
En üstün isimler söylenince
İçlerinde benimki de bulunur.
Neyim mi var, küçük kız?
Almanya’da çoklarında olan şey!
En ağır acılar söylenince
İçlerinde benimki de bulunur.
II.
Koca şehir, esrarlı şehir,
Benden selâm olsun sana!
Sevgilimi bir zamanlar
Basmıştın bağrına.
Kuleler, kapılar; söyleyiniz
Hani nerde gülüm benim?
Göz kulak olun demiştim,
Hani nerde emanetim?
Kulelerin ne suçu var bunda
Kımıldayamazlardı yerlerinden
Ellerinde valizler sevgilim
Şehirden kaçıp giderken.
Şehrin kapıları, işte onlar
Bıraktılar, gitsin, sessizce
Bir kapı her zaman boyun eğer,
Bir deli kız ona açıl deyince.
Salamanca surlarında
Hava çok tatlı ılık.
Yanımda sevgili Donya
Yaz akşamı geziyorduk.
Güzelimin ince beline
Kemer olmuş kolum benim
Göğsünün mağrur dolgunluğu
Üzerinde mesut elim.
Eser gelir ıhlamur ağaçlarından
Çekingen bir mırıltı ne çare
İlerden değirmenin deresi
Korkulu rüyalar fısıldar kalbe:
“Ah Senyora, seziyorum,
Gün gelir sürerler beni buralardan
Salamanca surlarında
Elveda gezintiler o zaman.”
Heinrich HEINE-Çeviren: Behçet NECATİGİL
Günün Sözü
Mutlu olmak için ugraş vermelisiniz. Mutluluğa, iş, para ya da aşkla ulaşılmaz. Mutluluk sizinle kendiniz arasında bir meseledir.
Rufus Wainwright
Hoşgörünüzü tutumlu kullanın. Çünkü ona muhtaç olanların sayısı çok fazladır.
Chateaubriand