“İnsan nedir? Felsefenin ilk sorusudur bu ve başlıca sorunudur. Nasıl cevap vermeli buna?” Bu sorunlu ve sorulu cümleler Antonio Gramsci’ye aitti.. Gramsci, Mussolini’nin; “bu beynin çalışmasını yirmi yıl durdurmalıyız” diyerek 1926’dan, 1937’ye dek hapiste tuttuğu ve fakat beynin işlemesini durduramadığı toplumcu hümanist nitelikli bir düşünce insanıydı..
Hemen her entelektüelin makalesinde, (söz konusu niteliklerin yazısında nüfuz ettiği veya edeceği düşüncesiyle belki de) adına atıf yaptığı Gramsci, girişteki cümlelerin devamında; “Bizi ilgilendiren her insanın ne olduğu değil, her insanın her an ne olmakta olduğudur” diyor ve ekliyordu: “Öyleyse insan bir süreçtir ve kesin olarak kendi davranışlarının sürecidir.” (Hapishane Defterleri, Seçmeler, s.51, Türkçesi: A. Cemgil, Belge Y. 1997, İst.) Gramsci, bir sonraki sayfada, insanın toplumsal varlık olduğuna işaret ediyor ve Feuerbach’in “insan ne yerse odur” yargısına eleştirel atıfla, gerçekte her insanın toplumsal kültürle bağlantılı eğitimle değişen bir süreç olduğunu hatırlatıyordu..
İyi de, “insanın sürekli eğitim ve değişim sürecinde olduğunu söylemek için acaba Gramsci’ye atıf yapmaya gerek var mıydı?” Bu soru, değişimin diyalektik gelişme yanında, çürüme veya başkalaşma boyutu da düşünüldüğünde, insanın gelişerek değişmesinde kültürel etken anlamında toplumcu ve hümanist nitelikli özüne atıfla Gramsci’nin adını zikretmeye gerek yok mu?” şeklinde karşılanabilirdi.. Artı, bu sorulara, çürüme veya başkalaşmanın eğitimsel boyutuna yönelik, “Eğer Marx yaşıyor olsaydı, ihtimal; dîni bir tarafa bırakır, insanlığın afyonunu popüler kültür olarak ilân ederdi” diyen Seyfi Öğün’ne atıfla en azından “etmez miydi?” şeklinde bir soru da eklenebilirdi..
Alman bilge Karl Jaspers, “Felsefenin özü sorgulamaktır. Felsefede sorular yanıtlardan daha önemlidir ve her yanıt yeni bir soru olur çıkar” diyor ve ekliyordu: “Felsefe yapmak yolda olmaktır!” Server Tanilli Hoca da, felsefenin anlamını sorgularken “Felsefe, özgür aklın sorgulamasına dayanır” diyor ve soruyordu “Yaratıcı Aklın Sentezi” adlı kitabının önsöz ilk cümlesinde: “Dünyamız adaletsizliklerle dolu; peki insanların insanca yaşayacakları gerçekten adil ve barışçı bir dünya yaratamaz mıyız?”
İtiraf etmeliyim ki, bu kadar peşrevin anlamı, öğretmen arkadaşım Kerim Bey’e atıf yapabilmekti.. Kerim Bey’le, “zorunlu” ve fakat “kesintili” felsefe yapma süreci içindeyiz son yıllarda.. Kapalı mekanlarda sigara içme yasağı nedeniyle zorunlu olarak teneffüslerde “yoldayız!” zira.. Ayak üstü de olsa, eleştirel sorularla “Hak, hukuk, adalet, eşitlik, fırsat, imkan” kavramları üzerinden sohbet ederiz teneffüs aralarında.. Geçen perşembe günü, “Klasik Eğitimde Modernist sapma: Rekabet!” başlıklı piyasacı eğitimi eleştiren yazını okudum. Eğitim elbette insani bir haktır” demiş ve yüzünde muzip bir gülümsemeyle devam etmişti Kerim Bey: “Günümüz tüketim toplumlarında her hakta olduğu gibi eğitimden yararlanma hakkı da paran kadardır! Bugün tüm dünyada, eğitim sistemlerine egemen olmaya çalışan anlayış, eğitimi insani bir hak olarak değil, karşılığı ödenmesi gereken bir ‘müşteri hizmeti’ olarak görmektir. Eğitimin, iş dünyasının ve ‘piyasanın’ değişen bilgi ve beceri taleplerini karşılamak için rekabet temelinde yeniden yapılandırılması sonucu, eğitim hakkı ilkesi göz ardı edilerek, ‘rekabet, kalite, performans, girişimcilik vb’ anlayışlar, eğitimde ve eğitim hizmetlerinin sunumunda temel kabul haline getirilmiştir. Dolayısıyla eğitim piyasasında senin görüşlerinin alıcısı yok! Bu piyasada da artık parayı veren düdüğü çalıyor! Hak, hukuk, toplum, adalet üzerinden ne kadar tanımlarsan tanımla, sermaye insani hakkı tanınmıyor!” Ben de tebessümle, “Ne yani emeğe değmez mi?” sorusunu tecahülü arifane yöneltmiştim Kerim Bey’e.. Değeri yaratan emekti elbette.. “Sermaye de değer yaratıyordu ama sermaye, birikmiş emekten başka bir şey değildi” Ricardo’nun tespitiyle..
Başlangıcından beri toplumsal bir varlıktı insan.. Başlangıcından beri emek vardı toplumsal yaşamın temelinde.. Adem’i insan, insanı adam yapandı emek.. Rab talimli zihinsel emeğimizdi mesela Tanrısal isimleri öğrenip insan olmamız.. Ki, “Onların nihayeti, bizim bidayetimizdir” sözünü bu bağlamda söylemiş olmalıydı İmam Rabbani de..
Anne, baba, eğitimcilerin bilinçli, özenli ve nitelikli emeğinin ürünüydü mesela toplumsal sermaye anlamında eğitimli iş gücü.. Bu bilinçli emek vardı toplumsal yaşamımızdaki “zenginliğimizin, kültürümüzün” kaynağında da.. Dağın taşından ormanın yaprağına, denizin tuzundan toprağın yüzüne, var olan doğal “gani”yi toplumsal yaşamın zenginlik hasılası” anlamıyla değerli kılan da emeğiydi insanlığımızın.. İnsanın yaşamadığı, dolayısıyla insani emeğin bulunmadığı bir doğa, kendi zenginliğinin farkında değildi çünkü..
Kapitalist sistemin tüm metalaştırma girişimlerine karşın, hem öznesi hem de nesnesi insan olan; insan için, insan tarafından, insana göre ve insanca yürütülmesi gereken topluma hizmet anlamlı nitelikli emeğin adıydı eğitim de..
Velhasıl kelam ben; insani maruf özümüzün Hak gerçekleri içerdiğini dolayısıyla Hak bir değer olan “Emredebilmek marufu, nehyedebilmek münkeri..” değerini savunmanın emeğe değer olduğunu düşünüyordum.. Bununla birlikte emek verip okuyanların da, elbette değer veya değmez hükmünde bulunma hakları vardı..
Selam ve saygılar…