Eğitimin sorunları, “merkezi sınavlar” üzerinden görsel ve yazılı medyada tartışıldı, tartışılıyor.. Öne çıkan yorumları, bir: “Eğitim; yalnızca birkaç eğitim bilimciye bırakılmayacak kadar hayati bir meseledir!” İki: “Hariçten gazel okuma!” şeklinde iki farklı biçimde ve fakat benzer içerikte özetlemek mümkün..
Mesela, bir tv’nin tartışma ortamında bir akademisyen; “Eğitimin sorunlarının bilim disiplini içinde tartışılması eğitim bilimcilerinin işi olmalıdır” diyor ve eğitim bilimci olmayanları tartışmanın haricine çıkartıyordu.. Bir başka akademisyen ise, tartışmaya telefonla katılan bir öğretmenin; “Merkezi sınavlar bugün ilköğretimin ikinci kademesi ve orta öğretimin sonunda uygulanıyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz! Deneme sınavları eğitimin bütün sınıflarında kurumsallaşmış bir eğitim kültürü oluşturmuştur.. Mesela ilkokul üçüncü hatta ikinci sınıf öğrencileri için TEOG türü deneme sınavları düzenlenmekte, başarılı olanlar “gurur tablosu” halinde panolarda duyurulmakta, bu durum gururu incinen diğer öğrencilerin öğrenme merak, heves, heyecan ve ilgilerini köreltmekte, beceri ve yeteneklerinin gelişimine ket vurmakta.. Kaldı ki sosyo-ekonomik, kültürel imkânlardaki eşitsizlikler örtülerek yapılan sınavlar, fırsatta eşitlik bağlamında değerlendirilse dahi bu merkezi sınavların adaletli olduğu anlamına gelmiyor! Dolayısıyla eğitimin ticarileşmesinde merkezi sınavların..” derken, “Öğretmenin işi eğitim üzerinde ideolojik, felsefi yorum yapmak değil uygulamaktır!” diye çıkışıyor, “Herkes işini yapmalı, haddini de bilmelidir!” yargısıyla “dahili hattan” bağlantıyı keserek harice atıyordu!
Hemen söylemeliyim ki ben, eğitimin sorunlarının tespitinde ve çözüm üretme çabalarında, eğitimi, “ahlaki, kültürel ve bilimsel faaliyetlerin toplamı” şeklinde ele alan “temelde bireyin eşit, parasız, kamusal eğitim hakkının güvence altına alınmasını isteyen” o meslektaşımla hemfikirim.. Artı, eğitimde bilimsel disiplin anlamlı otorite sahibi olmakla otoriter olmayı karıştıranlarca harice atılan meslektaşımın görüşlerine; “Sınavlarının eğitim üzerindeki ağır markajı, anne babaların eğitim algılarını makro düzeyde seçkin okullar, mikro düzeyde ise kendi çocuklarının bu okulları kazanıp kazanamayacağına odaklıyor! Velilerin bu algısı, durumdan vazife çıkartan tüccar öğretmenlerin eğitimden para kazanma refleksiyle birleşiyor ve ahlaki, kültürel ve bilimsel faaliyetlerin toplamı” olması gereken eğitim, “sınav kazanma üzerinden bırakınız yarışsınlar piyasasında ticarileşiyor!” yorumunu da hariçten ben ekliyor ve “öğretmenlerin, eğitim üzerindeki düşünceleri, hariçten gazel okumak anlamına gelir mi?” sorusunu “eğitim bilimcilere” sormak istiyorum..
Bu soruyu, Şikago Loyola Üniversitesi Eğitim Prof. Gerald L. Gutek’e sorsaydım, “Eğitime Felsefi ve İdeolojik Yaklaşımlar” kitabını açar ve ilk sayfadan şu cümleleri okurdu: “Öğretmen için günlük rutinle ilgilenmek yeterli değildir. Her öğretmen toplumun ve bireylerin biçimlendirilmesinde eğitimin güçlü bir araç olduğunu bilir. Üstlendiği rolün gereklerini düşünmeye başladığında uygulamanın ötesine geçer. Bu uygulamanın dayandığı kuramların incelemesine geçme demektir. Öğretim, ahlaki bir yatırım olduğu için kuram ve uygulamanın dikkatli bir sentezini gerektirir. Öğretmen topluma ilişkin kavramlar üzerinde düşünmeye başladığında eğitim felsefesi yapıyor demektir.” (s.10, Pegem Y. 1997)
İyi de, acaba her öğretmen yoksa eğitimci değil miydi? Bu soruyu da Fransa Presses Üniversitesinden Paul Foulquie’ye sorsaydım, o da, kendi Pedagoji Sözlüğü’nden, önce eğitmek kavramının; “Çocuğun potansiyel olarak sahip olduğu yetileri meydana çıkarmak, gerçekleştirmek, yeteneğe dönüştürmek ve bir insanın ahlaki ve zihni formasyonunu yönetmektir” tanımını okurdu.. Sonra “Eğitimin asıl konusu veya direkt amacı, insani melekelerinin geliştirilmesidir” der ve buradan hareketle de eğitimci kavramını “Gelişme dönemindeki insanlara ahlaki ve entelektüel formasyon veren kişi” olarak tanımlardı.. (s.127, Sosyal Yayınları, 1994)
Sorun kavramının bilim dilinde ne anlama geldiğini Prof. Dr. Cemal Yıldırım’a sorsaydım, o da bana, Bilimin Öncüleri adlı kitabından, “Hangi düzeyde ya da alanda olursa olsun, kişi için beklentisine ters düşen, açıklama gerektiren her durum bir sorundur. Çözüm arayışı günlük kişisel sorunları aştığı, doğada olup bitenleri anlamaya yönelik düzenli ve eleştirel bir nitelik kazandığı ölçüde bilime dönüşür” paragrafını(s. 16, TÜBİTAK Y. 1995) okur ve hariçten Einstein’ın, “Tüm bilim, günlük düşünmenin işlenmiş bir uzantısıdır. Karşılaştığımız sorunlar, onları yarattığımızda içinde bulunduğumuz düşünce düzeyinde çözülemez” sözünü de eklerdi..
Selam ve saygılar… ozdemirgurcan23@gmail.com