Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız? Sabahın erkeninden gelen gazeteleri karıştırdım, köşe yazılarını haberleri okudum ve kendime “en iyisi, sen resim yap” dedim.
Resim yapmak aslında bu günlerde benim için nasıl bir şey biliyor musunuz? İnternet üzerinden gazete okuyorsanız bilirsiniz. Bir köşe yazısı için tıklamışsınız, yazıyı bekliyorsunuz, ciddi bir yazı. Bir bakıyorsunuz yanı başında bir sürü reklam çıkıyor, zayıflama kremi, lahana diyeti falan. Tuhafıma gidiyor, içinde bulunduğunuz durumu da “basenim incelmiş incelmemiş ne gam” diye düşünüyorum! İlk başta kendimce kızıyordum bu reklamlara ancak dikkat ettim, onların varlığı aslında, hayatın her şeye rağmen aktığının göstergesi. İyice içine dönmüş yüreğin, soluklanması gibi bir şey. Ve bu günlerde resim yapmak bana öyle gibi geliyor. Soluk alabilmek için resim yapmam gerekiyor. Çünkü başka bir şey yapamıyorum. Aslında yapmak istiyorum ancak resimcisin resimci kal diyorlar.
Yazmak istiyorum, şöyle gönlümce, berdüş dilinde, kafamın bastığı gibi ve söylemek ancak kalemim içe dönük, dilim peltek. Yalnızca fırçam bana boyun eğmez. O zaman en güzel resimleri yapmanın tam zamanı diyip atölyeme dönmeliyim. Bütün düşüncelerimi dışarıda bırakıp, yeni dünyalar yaratmalıyım huzur veren diyorum.
& & & & &
Ve sevgili okuyucularım hayat gerçekten akıyor. Ne olursa olsun, yemek yemek zorundayız, gülmek, güzeli görmek, kişisel hırs ve kıskançlıklarımızdan, gönül yaralarımızdan acı çekmek zorundayız. Yani, huzursuz, tıklım tıklım olsa da ortam, rutin hayat devam ediyor? Çok zaman çocukluğumdan beri hep böyle düşünürdüm. Sıkıntılı ve özellikle çok acılı iken… Aslında dünya durmalı değil mi? Neden durmuyor ki? Oysa en büyük acıları çekerken bile “an” gelir gülümseriz, hem de ta yürekten? O, “dünya dursun” diye inleyen, yürekten.
Tuhaf, insan denen muamma, tuhaf! Ancak her insan bir dünya, bu bir gerçek… Bazen arkadaşımın dükkanına takılırım, içim sıkıntılı, kişisel beceriksizliğimden acılı iken. Kaldırımdan geçenleri izlerken, gülen, konuşan, düşünen, dilenen, telaşlı telaşsız, gürültücü kaldırımı babasının sanıp arkadaşları ile iyice yayılanlar falan… Ve arkadaşıma dönerim. Bunca sıkıntı içinde insanın kişisel zevklerine ya da sıkıntılarına kapılması normal mi? Yani toplumsal olması, gerektiği yerde kişisel olması nasıl bir şey? “bencillik” diyor. “insan bencildir.” Aklımda “hala dünya neden durmuyor?” sorusu takılı olduğu için, “insanın bencilliği aslında dünyanın durmaması için, akıp gitmesi için lazımdır zahar?” diyorum. Baksana değişik insanlar geçiyor, akıllarında ne var, yüreklerinde ne taşırlar, bilemiyoruz. Ancak yürüyorlar, aynen bizim gibi ve gülüyorlar? Belki hastaları var, belki sevdiklerinden ayrılmışlar, belki ev kirasını ödeyemiyorlardır? Bazıları onu düşünüyordur? Ancak ilerliyorlar yinede. Ve doğa bir sürü neden vermiştir dünyanın durmaması için… Burada aklıma bir Nasrettin hoca fıkrası geldi…
Bir gün köyün gençleri Hocayı sınavdan geçirmeye karar vermişler. Köyün alanında toplanıp Hoca’nın yolunu beklemişler. Biraz sonra Hoca çıkmış karşılarına. İçlerinden bilgi bakımından kendine güvenen biri: “-Hocam sana bir soru soracağım. Bakalım bilecek misin?”
Hoca da “sor bakalım” demiş.
Delikanlı sormuş; “-Dünyanın merkezi neresidir?”
Hoca anında yanıtlamış; “-Ayağımın bastığı yerin altındadır.”
Çocuklar ne diyeceklerini bilemeden dağılmışlar.
Ve aslında hepimiz ayağımızın bastığı yeri merkez belletilmiş değil miyiz? Belki en kıssa ve yalın gerçek bu? Yoksa dünya çoktan dönmekten vazgeçerdi zahir?
Sabahın erkeninden resim sehpasının önündeyim her tarafım boya içinde bilgisayarımda tabi. Ve başım dönüyor her taraf açık olmasına rağmen boya kokusundan, kalkıp nefes almalıyım dedim ve bilgisayarımı aşağı indirdim dizlerim üzerine alıp yazmaya başladım ama alemlerden hangisindeyim hala anlayabilmiş değilim. Resmen nevrim dönmüş vaziyete gibiyim. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım sevgili okuyucularım. Yase
& & & & &
Dervişin Sahibi
Vaktiyle bir derviş berbere gider. Berberden saçını dibinden kazımasını, sakal ve bıyığını kısaltmasını ister. Tereddütsüz bir şekilde berber koltuğuna oturan derviş: “Vur usturayı berber efendi!” der.
Berber, dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş de aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak: “Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!” diye kükrer.
Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Ses çıkarmaz, biraz çaresiz, biraz mütevekkil usulca kalkar yerinden. Berber, bu gariban müşterisine karşı mahcup olmakla beraber kabadayının pervasızlığından da korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı, tıraş esnasında da boş durmaz; sürekli aşağılar dervişi, alay eder: “Kabak aşağı, kabak yukarı!..”
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası, yokuştan aşağı hızla kabadayının üzerine doğru gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına batıverir. Kaşla göz arasında babayiğit kabadayı oracığa yığılır kalır, ölmüştür. Herkes bir anda olup biten bu olayın hayret ve şaşkınlığı içindedir. Berber de şok olmuştur; bir manzaraya, bir dervişe bakar ve dervişin beddua ettiğini düşünerek gayr-i ihtiyarî sorar: “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir: “Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, kabağın bir de sahibi var. O gücenmiş olmalı!”
Günün Şiiri
BİR GÜN
(Ölüm İlişkileri’nde yaşayanlara…)
Bir gün, tıpkı karşılaştığımız gece
benim olduğun yaşta, bana dönmek isteyeceksin;
yüzünde solmuş kaç sabahın birikintileriyle,
yorgun olmaktan çok, aşınmış;
yüzüme kapattığın onca kapıyı
artık omuzlayamadan,
seslenmek isteyeceksin.
Zamana diş bileyeceksin o gün, belki ilk kez;
bir zamanlar dokunulmazlığına inandığın için,
yanlış çıkarttığın bütün günahların ağırlığıyla.
Hep izlerinin sürdüğün yüz ve ten çizgileriyle
insanlara yaş biçtiğin günleri anımsayacaksın,
hani titreyen parmaklardaki sıcaklığı hiç duyamadığın.
Bir gün, tıpkı karşılaştığımız gecede olduğu gibi,
dirseklerimizin birbirine değmesini isteyeceksin,
onca çizgi peşinde koşmanın günahını
artık en bulanık aynalara bile çıkartamayarak.
Yaşamından gelip geçmiş olanları sayacaksın;
hep bir iki geceliğine,
bedeninde otel gibi kalmış olanları,
en kısa ömürlü sevgilerin imzasını bile
hiçbir sayfana atamadan
ve sonra bir de gerçek yitirdiğini;sana
yüzlerindeki çizgilerin ardından,
en duyarlı kalemlerle, yalnız sana giden
yolların haritalarını çizmiş olanları.
Bir gün, tıpkı karşılaştığımız gece
benim olduğum yaşta, beni arayacaksın,
solmuş onca haritanın çizgilerini
aşınmış bakışlarınla seçmeksizin.
Ahmet CEMAL
Günün Fıkrası
Delileri uçağa bindirmişler, bir şehirden ötekine naklediliyorlardı. Ama o kadar çok gürültü yapıyorlardı ki, sonunda pilot dayanamadı, uçağı ikinci pilota teslim ederek içeride ne olup bittiğini görmek istedi. Deliler uçakta hep bir ağızdan bağırıp çağırıyorlardı. Baktı, en başta, bir deli, ötekilere uymamış, akıllı, uslu oturuyordu. “Sen neden bağırmıyorsun?” diye soracak oldu.
Adam: “Ben bunların öğretmeniyim, diye cevap verdi.Onlarda benim öğrencilerim.Şimdi teneffüsteler de onun için ses çıkartmıyorum.”
Pilot, çaresiz yerine döndü. Bir süre geçti. Bir an geldi ki sesler büsbütün kesiliverdi. Pilot: “-Aman çok güzel! diye sevindi. Herhalde kendinin öğretmen olduğunu sanan deli, ötekileri derse almış olsa gerek” diye düşündü.
Ama dakikalar geçiyor, arkadan hiç bir ses seda çıkmıyordu. Pilot biraz daha bekledikten sonra merak etti. Gidip bakmak istedi. Bir de ne görsün! Uçağın kapısı açık ve içeride öğretmenden başka kimsecikler yok. Dehşetle sordu: “-Öğrencilerin nerede?” diye…
“-Dersler bitti. Hepsini evlerine gönderdim!”
Günün Sözü
İnsan ne kadar büyük ruhlu olursa, aşkı o kadar derin bir şekilde duyar.
Leonardo da Vinci