Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Dünden beri sokağımızda kaldırmalar deliniyor. Doğal gaz evlerin önüne kadar geliyor ve isteyen bağlantılarını yapıp içeri alabilecek. Çok güzel bir şey ama içeri alma fiyatı çok fazla. Aslında evin eşit ve ucuz ısınacağını, hatta ocakta banyoda doğal gaz kullanabileceğimizi düşünürsek değer diyoruz.
Tabi merkezi olursa daha da ucuza gelebilir. Yani İstanbul’la kıyaslarsam oradaki evimiz merkezi sistemle ısınıyor. Ve kış çoktan başladı. Biz burada hala bir şey kullanmıyoruz ısınmak için. Ancak havalar soğuduğunda bir tek odayı ısıtmak için ve banyo ve ocak için harcadığımız yakıt parası, onların bir mevsimde hem evin her tarafını hem ocağı hem de banyoyu ısıtmak için harcadıkları yakıt parasından daha çok tutuyor.
Tabi her tarafta merkezi sistem yok. Ve ferdi kullanımlarda faturalar el yakıyor. Ve bakımı yapılmadığı için çok zaman ölümlere varan zehirlenmelere neden olabiliyor.
“İskenderun’da kış geç geliyor” diyoruz ama güneş görmeyen evlerde kış gelmiş oluyor çoktan. Ve rutubet soğuktan daha çok zarar veriyor hem insana hem de binaya. Bu yüzden aslında kış İskenderun’da çok daha tehlikeli… Kar olmadığı halde, derece sıfırın altına düşmediği halde. Deniz kıyısında yaşamanın dez avantajı rutubet ve nem oranının yüksek olması. Ve bu durumda sıcaklık yazın daha çok algılanır, kışında daha çok soğuk algılanır. Ve bizler bu iki akım arasında kendimizi kandırırız; “İskenderun’da kış mı oluyor canım” diyerek. Oluyor tabi hem de nasıl. Tam İskenderun’a uygun bir soğuk… Arkadan vuran, kemikleri sızlatan bronşiti azdıran… Bu yüzden aslında bizim doğal gaza ihtiyarcımız çok diye düşünüyorum. Ve diliyorum ki doğalgaz şirketleri akla uygun fiyatlar ve taksitler önersinler de bizlerde doğal gazı içeri alalım. Yoksa kapının önünde ona her baktığımızda ciğere erişemeyen kedi gibi yutkunacağız. Evimiz güneşin altında yıkanmasına rağmen…
Ve sevgili okuyucularım böyle konuşunca, yazınca, canım sıkılıyor aslında. Evsizleri, ülkelerinden uzakta dilenen çocukları ve kenar mahalleler de kalitesiz kömür yüzünden, ısınmak mı daha sağlıklı, soğukta kalmak mı? İkileminde kalan insanları çocukları düşündükçe… Ve gerçekten, varlıklı olan elindekini paylaşsaydı, bunlar yaşanmazdı. Herkes eşitlikten sosyalistlikten, kardeşlikten söz eder ancak kimse gerçekten bu duruma el atmaz atanlarında yolları kapatılır. Ne diyelim paylaşım vaat edenlere değil gerçekleştireceklere oy verelim o zaman peki onlar kim? Bilmiyorum. Onu da aramak lazım yanılma payı bırakarak ne de olsa düş kırıklığı yaşamak istemeyiz. Ama daha önce ve en önemlisi kendimizi paylaşımcı eğitelim. Vicdan sahibi ve eşitlikçi… Keşke her şey çocukluğumuzdaki kadar kolay olsaydı. Kitaplarımızı, defterimizi, kalemizi, okul harçlığımızı, çekirdeğimizi, ekmeğimizi paylaşmak ne kadar kolaydı o zamanlar. Büyüdük ve küçüldük aslında. Keşke yaşımızla büyüyebilseydik.
Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle kalalım diyorum hep birlikte her zaman sevgili okuyucularım. Ve bu günden başlayarak “Şubat Güneşi” adlı bir romana başlıyoruz. Yase
Şubat Güneşi
Zeynep ayakta avurtlarını yakarak çabuk, çabuk kahvesini içip kahve bardağını mutfak tezgâhına koyarken; “Eğer şimdi yıkamazsam bardağı, kahveler kurumuş olur döndüğümde, yıkaması zor olur. O halde hemen şimdi yıkayıp öyle çıkayım” diyerek bardağı suyun altında çalkalayıp bulaşık makinesine yerleştirdi.
Sonra anahtarlarını ve paltosunu alıp asansöre doğru yürüdü. Asansörün gelmesini beklerken fikir değiştirip koşa, koşa merdivenleri indi. Sokak kapısından çıkmadan paltosunu giydi. Atkısını boğazına sardı. Hava aniden soğumuştu, zamanıydı tabi ne de olsa aylardan Aralık. Ve yeni yıla girmeye günler kalmıştı. Hoş bu yıl bütün yurtta kış geç gelmişti ama.
Burası İskenderun ve buraya kış hem geç hem aniden gelir her zaman… Sahile doğru inerken Zeynep aslında bu gerçeği çoktan unutmuştu. Çünkü ufacık yaşına sığdırdığı, acılarını, travmalarını, hep doğduğu yerden çok uzaklarda yaşamıştı yıllar sonra doğduğu eve dönüyordu. Yalnız ve geçmişi yüreğine gömmüş olarak ya da öyle olduğunuz sanarak… Hava durumu onu ilgilendirecek en son şeydi doğrusu. Sokakta top oynayan çocukları görünce kenara çekilip onları izlemeye başladı. Çocukluğunda çok top sektirmişti, tam düşüncelere dalacakken top yuvarlanıp ayağına çarptı, hemen hiç durmadan topa güçlü bir ayak attı. Top havalanıp fileye girdi. Çocuklar bunun üzerine hep birden “o gol helal olsun” diye. Bağırdılar. Bunun üzerine onu da oyuna buyur ettiler nazlanmadı. Hemen daldı aralarına. Bir müddet sonra oyundan çıkıp yoluna devem ederken çocuklarla ertesi gün buluşmaya söz verdi. Ve seke, seke koşarak yoluna devam etti. Sekerek koşmak kendini iyi hissettiği zamanlara özgü bir şeydi. En son aşık olduğunda yani 3 yıl önce böyle sekerek koşmuştu. İstanbul’da Bakırköy sahilinde…
Neşesi yerindeydi, yanaklarına renk gelmişti gözleri parlıyordu, çoktan beri kendini bu kadar iyi algılamamıştı. “Anneciğim mutluyum bak, tamda istediğin gibiyim” diye mırıldandı.
Çocukluğunun geçtiği sokakları sahili çok özlemişti. İstanbul’dan yola çıkarken İskenderun’a gelmek üzere çok tedirgindi. Arkadaşları “seni oraya bağlayan bir şey yok neden gitmek istiyorsun ki” diye ona engel olmaya çalışmışlardı. Ama o artık gerçeklerle yüzleşmek ve kabul etmek zorunda algılıyordu kendini. Evet doğduğu evde artık kimsecikler yoktu ama bu gerçeği yaşayarak öğrenmek zorundaydı. Ömrünün sonuna kadar kaçamazdı. Bu gerçekle yüzleşmek çokta kolay değildi. Yol boyu hiç durmadan ağlamıştı. Bir türlü gözyaşlarına engel olamıyordu. Sicim gibi bir biri ardına sessizce yuvarlanıyordu kocaman, kocaman damlalar gözlerinden. Hıçkırmıyor şikayet etmiyor yalnızca ağlıyordu. Arka koltukta oturan genç adam önündeki kızın pencereye yansıyan görüntüsünden ağladığını biliyordu. Ve ona nasıl yaklaşabilirim, nasıl teselli edebilirim diye düşünüyordu. Kızın sessiz ağıtı içini acıtıyordu. Otobüs mola yerinde durunca Zeynep’e yaklaşmaya çalışmıştı ama o mantosuna sarılıp uzaklaşmıştı bile…
Daha sonra yine şansını denedi. Molada yerinden kıvrılarak çıkarken otobüsten genç adamda cesaretini toplayarak öne doğru eğilmiş kıza okumakta olduğu kitabı uzatmıştı. “Okumak ister misiniz?” Zeynep hiç düşünmeden hemen “evet tabi” diyerek kitabı almıştı adamın elinden. Montaigne’nin Denemeler adlı kitabıydı elindeki. Çantasında bir tane vardı. Hatta bütün çantalarında bir tane “Denemeler” kitabı vardı. Teşekkür edip kitabı aldı. Sanki yeni görüyormuş gibi.
Arkası Yarın
Günün Fıkrası
Adamın biri yeni ulaştığı otele kaydını yaptırır. Odasına girdiğinde masada bir bilgisayar görür ve karısına e-mail atmaya karar verir. Fakat yazdığı mesajı farkında olmadan yanlış bir adrese gönderir… Mail farklı bir yerde farklı bir bayana gider. Tam bu sırada kadın, kocasının cenaze töreninden evine yeni dönmüştür ve bilgisayarındaki maili görür, arkadaşlarından geldiğini düşündüğü maili okuyunca olduğu yere yığılıp kalır. Odaya giren annesi, yerde yatan kızını ve ekrandaki mesajı görür:
Kime: Sevgili Karıma. Konu: Yeni ulaştım. Tarih: 14 Mayıs 2009. Benden haber aldığına şaşıracağından eminim. Burada bilgisayar var ve sevdiklerimize e-mail gönderebiliyoruz. Buraya yeni ulaştım ve kaydımı yaptırdım. Seninde kayıtların hazır… Her şey yarın senin buraya geleceğini düşünülerek hazırlanmış. Seninle buluşmayı dört gözle bekliyorum. Umarım benim gibi sorunsuz bir yolculuk geçirirsin.
Günün Sözü
Mutlu olmak için ugraş vermelisiniz. Mutluluğa, iş, para ya da aşkla ulaşılmaz. Mutluluk sizinle kendiniz arasında bir meseledir.
Rufus Wainwright