“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın, Bu toprak..” dizeleriyle haykırır Çanakkale’den geçenlere Necmettin Halil.. Hatırlatır, “İstiklal uğrunda, namus yolunda, Can veren Mehmet’in yattığı yerlerin” selamsız geçilemeyeceğini.. Fazıl Hüsnü, “Çağlar üzerine destanların özüdür, Çanakkale, Yeni Türkiye’nin önsözüdür..” der, Çanakkale’yi selamladığı şiirinde.. Selamlar Orhan Şaik de “Gelibolu’da, Arıburnu’nda, Anafartalar’da, Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’le birlikte “ardına bakmadan yollara düşerek” İnönü’de, Sakarya’da, Kocatepe’de, Dumlupınar’da, “cepheden cepheyi” soran Mehmetçikleri..
İbni Haldun, tüm bilimlere bir ‘önsöz’ niteliğinde yazmış olduğu ‘Mukaddime’ adlı eserinde, “olayları anlatmak yerine, olayları düşünmek gerektiğini” bir tarih tezi olarak ileri sürer ve toplumların iktisadi, siyasi yaşamlarındaki olayları tarihsel nedenlerle yorumlayarak açıklar.. Kant da, “Zaman kendi başına var olan bir şey değildir” der ve ekler: “Zaman bizim görülerimizin sübjektif koşuludur. Ve bundan ötürü süjeden ayrı ele alınırsa kendi başına bir hiçtir.” Bu iki ünlü düşünürden anlıyoruz ki tarih, olayları ‘neden sonuç’ bağlamında ve ‘kıssadan hisse’ anlamında zihinsel arşivimizde sakladığımız bir şuur halimizdir..
Düşünelim o halde tarih/zaman yorumuyla emperyalistlerin Birinci Dünya sömürge paylaşım savaşını.. Yazalım tarih/zaman yorumuyla her emperyalistin başlangıcından beri teori kuran sömürücü, sömürücünün de pratik emperyalist olduğunu.. Yazalım tarih/zaman yorumuyla milletimizin zihinsel arşivinde emperyalizme karşı duruşun adı olarak sakladığı şuur halinin ifadesi anlamında Çanakkale’yi.. Ve selamlayalım tarih/zaman yorumuyla “Geçilmez!” şeklinde geçmişten geleceğe’ kıssadan hissesini..
Nazım, “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların / zaruri neticesi bu! / deme, bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. / Ama bu yürek / o, bu dilden anlamaz pek..” dizeleriyle betimler Şeyh Bedrettin Destanı’nda, Bedrettin’in yenilgisini..
Akif, “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i, Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” mısralarıyla tasvirler “Çanakkale Şehitleri” destanında Mehmetçiğin zaferini..
Duyduk ki Akif destanını yazmış Mehmetçiğin.. Duyduk ki Nazım destanını yazmış Bedrettin’in.. Bu işler duyulur da durmak olur mu? “Varalım dedik. Görelim dedik. Tutalım destanının kara saban mısralarından, Şüheda toprağını bizde bir yol sürelim dedik..” Akif’in Çanakkale Şehitleri’ni, Nazım’ın yüreğinin anladığı dille, yoralım dedik..
Cephelerde kara yağız, dal dal Anadolu delikanlıları.. “Zaferi” söke söke heceler gibiydi dağlar taşlar.. Gülden bahçeler gibiydi siperlerde gaziler.. Eski dünya, yeni dünya sömürgeci kumpası.. Pusuya yatmış kimi Hindu, kimi yamyam emperyalist lekesi.. Medeniyetle maskeli, vahşetle kupalı, Avrupalı çok idi.. Demir mataralarda bir damla su, çelik süngü gözlerin korkusu yok idi.. Ve yok idi kızarmış bakır gözlerin uykusu… Velhasıl Mehmetler susuz idi, uykusuz idi, korkusuz idi..
Bu boğaz Çanakkale boğazıdır.. Akar, Kızılırmak gibi kucaklar Anadolu’yu.. Bu çarşı Çanakkale Çarşısı.. Bakar, aynalar derinliğinden.. Bu türkü Çanakkale türküsüdür, yakar.. Bir testi suyundan içer gibi sonra serinletir yürekleri.. Çanakkale çarşısında kırık bir yürek gibidir aynalar.. Kartala benzer delikanlılar.. Ve türkü söyler gibi ağlar analar..
Mehmet Akif ak bir seccade üstünde oturmuş, “hattı talik” ile yazıyor destanını.. Karşısında şehitler.. Ve bakıyorlar bir duaya bakar gibi Akif’e.. “Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar, O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar..” Bakıyorlar bir duaya bakar gibi şehitler.. Genç yaşlı, kalın kaşlı, ince, uzun boylu dal dal Mehmetler.. Yazıyor hattı talik ile Akif.. “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, Bir hilal uğruna ya rab ne güneşler batıyor!” Karşıda; hala kanayan yarasını tutarak, çıplak sesini destanına katarak okuyor bir şehit.. Ve boğazda düğümlenmiş hıçkırıkla mayınlanıyor ciğerler.. Gidiyor nefesinin götürdüğü yere, gidiyor parçalamak için karşı sesleri.. “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker, Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.”
Çanakkale çarşısında bir kırık testi.. Akif eğildi suya.. Avuçlayıp doğruldu.. Ve parmaklarından toprağa dökülen mürekkep, şehit kanı.. “Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.” Demir bir mengenede gibiydi yüreği Akif’in.. Susarak baktı denize, göğe, toprağa.. Yıldızlar birer birer indi gözlerine.. Birer birer topladı güneşleri düştüğü yerlerden.. Kalın, koyu, karanlıktı gökler.. Ve soğuktu deniz.. Fakat sıcaktı toprak.. Sapı kanlı kör bir bıçaktı gemiler.. Sıcaktı şehitlerin duayla susayan dudakları.. Yağmurlu bulutlarla doluydu gözleri.. Her damlası birer dağdı.. Baktı denize, göğe ve toprağa dağlarca.. Aktı nehirler sayfalarca.. Kazıyor kalemle kağıdı Akif.. Yazıyor hattı talik ile destanını.. “Bu taşındır” diyerek Kabe’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına.”
Susayan dudaklarında birer birer isimlendi yiğitler.. Birer birer resimlendi gözlerindeki sularda şehitler.. “Sen ki, asara gömülsen taşacaksın.. Heyhat, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat..” Birer, biner, on biner, yüz biner çoğaldı yıldızlar.. Dağ, deniz, toprak, gök doldu.. Doldu şehitlerle kainat.. “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”
Selam ve saygılar…