Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Sanıyorum herkes düşünceli başı yerde ancak göğüs kafesini zorlayan bir gurur bir sevinç içinde bugün. Gururlu sevinçli ve güçlü çünkü bugün 18 Mart Çanakkale zaferinin yıl dönümünü kutladığımız bir gün. Diğer günlere benzemeyen, dünyada eşi benzeri olmayan bir zafer, hürriyet, bir bağımsızlık, bir istiklal zaferi hiçbir devletlere nasip olmayan… Ki bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün anılarından aktarırsak daha iyi anlarız.
Bir buluşma esnasında Mısır Devlet Başkanı Atatürk’ü takdir ettiğini söyleyerek sorar; “Ekselans benim milletimin de sizin milletiniz gibi hürriyete ve istiklale ihtiyacı var. Bunu nasıl temin edebiliriz? Tıpkı sizin Çanakkale Boğaz Savaşında Düvel-i Muazzama Ordusuna karşı kazandığınız zafer gibi bizim de böyle bir ordu ve stratejiye ihtiyacımız var. Bize bu konuda yardım edebilir misiniz?” Sorusuna Mustafa Kemal: “Vatanı için şehit olacak bir buçuk milyon Mısırlı genciniz varsa bu işi yapabiliriz. Bunun haricinde olmaz!” deyince Mısır Devlet Başkanı “Maalesef bizim öyle ölecek bir buçuk milyon Mısırlı gencimiz yok” der. Mustafa Kemal de: “O zaman sizin de hürriyet ve istiklale hakkınız olamaz” deyiverir. Kaynak: Kaynakça
& & & & &
Vatanı için şehit olacak genç? Başka bir şey değil yalnızca şehit olacak!! Bu yüzden zaten sürekli temiz kalmak istemeleri dağlarda bayırlarda yoksullukta, yoklukta, ateş altında her gece çamaşırlarını yıkayıp sermeleri ve her sabah onları kuru bulmaları, yağmur ya da çığ düşse de. Kuru olan çamaşırlar? Onlar inanır sığınır, yaradan onları korumaz mı sanıyorsunuz? Onlar her an gelebilecek ölüme hazır olmak için temiz olmak isterlerdi. (Allah’ım ya rabbim. Gönlünde imandan ve vatan aşkından başka bir şey olmayan bu çocukların daha başka nasıl bir temizliğe ihtiyacı olabilir ki diye düşünürken gözlerimden yaş boşanıyor.) Ve biz bu çocukların iman gücü vatan aşkı ile kazandıkları bu topraklar üzerinde yaşıyoruz. Acaba layık mıyız onlara diye düşünmeden yapamıyorum. Ve BİR YOLCU’YA adlı şiir düşüyor aklıma her zaman.
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın / Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın / Bir vatan kalbinin attığı yerdir” diyen Necmettin Halil Onan
& & & & &
Ve bu sesleniş yakalar, savrulurken düşüncelerimi. Hoyrat atılan yeri göğü inleten boş başakların, tonlarca gelen ayak izlerinde… Düşünürüm orada sessizce yatanları. İçime yüreğime ta ciğerim de. Duyarım haykırışlarını. Onlar bir serzenişte bulunmaz. Şikâyet etmezler. İnlerler… Yalnızca derinden, derinden… Tonlarca ağır basan boş başaklar, Eğilip bükülürken her rüzgâr da?
Ve sevgili okuyucularım 18 Mart beni çok ama çok etkileyen bir gün. Başım önümde düşünürüm her an… Yüreğimde gurur ve acı bir arada. Gururluyum böyle bir geçmişten geldiğim için. Acıyor içim, böyle bir geçmişe ne kadar sahip olduğumu bilemediğim için. Ve bu günü o günlere ait öykü ve şiirle besleyerek daha güzel anlaşılacağını düşündüğümden beni çok etkileyen ve eminim sizi de etkileyecek menkıbeleri aktarmak istiyorum. Kaynağım net ve kaynakça. Sağlık ve sevgi ve Çanakkale ruhu ile kalalım sevgili okuyucularım. Yase
1-) MENKIBELERDE ÇANAKKALE ZAFERİ
Menkıbeler, birtakım mahalli adetlerin, insani birtakım tasavvurların dini muhteva içinde hatıralardır. Bu bakımdan karanlık devirleri aydınlatmada tarih kadar kıymetli belgelerdir. Çanakkale Savaşları sırasında birçok menkıbe yazılmıştır. Bu menkıbeler, bize Türk milletinin zihninde Çanakkale Savaşlarının ne kadar derin izler bıraktığını göstermesi açısından önemlidir. Çanakkale Savaşları etrafında teşekkül eden menkıbeleri şöyle sıralayabiliriz.
A)TARİHİ-EFSANEVİ ŞAHSİYETLER ETRAFINDA OLUŞAN MENKIBELER
Milletlerle olan savaşlarında Allah’ın Türkler’e yardım ettiğini pek çok menkıbede görürüz. Bunlardan birisi de Mustafa kemal hakkında anlatılanıdır
1)GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA: Türkler’in başka. M. Kemal’in Omega saatinin parçalanması suretiyle kendisine hiçbir şey olmamasıdır. Bu olay, Anadolu’nun pek çok yerinde, farklı şekilde anlatılır. Bu olay’ yazılı olarak en güzel şekilde Ruşen Eşref Ünaydın’ın “Mustafa Kemal ile Mülakat” adlı eserinde şöyle verilir: “Buraya kadar muhaveremizi sakin bir vaziyette dinleyen Yüzbaşı Cevat Bey, Paşa’nın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle: “Bu şarapnel parçasından biri Paşa’nın göğsünü okşamıştır!”dedi. “Nasıl?” Dedim. Paşa, tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzları şıkırt yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kurdeleleri sırası ve ipek kordonu kabaresine şöyle anlatıyordu: -Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin arası idi.Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken göğsüne bir şeyin kuvvetlice çarptığını duymuştur. -Evet sağ taraftan ceketimde bir kurşun yeri gördüm.Yanımda bulunan zabit(Rahmetli Nuri Canker Bey)”Efendi,vuruldunuz” dedi.Ben böyle bir söz şuyu bulursa askerimizin kuvve-i maneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm. Elimle zabitin ağzını kapadım. “Sus” dedim. Cevat Bey devam ediyordu. -“Bir şarapnel misketi,göğsünün sağ tarafını tamamen Omega saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti.Saat, parça parça oldu, fakat o darbe,Paşanın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan ileri geçmemiştir.” dedi. -O saat sizin için tarihi bir saattir.Görebilir miyim efendim? dedim. Paşa: -“O saatin enkazını, bu muharebeden sonra Liman Paşa hatıra olarak aldılar.Bana da kendilerinin aile-i asalet armasını havi bulunan saatlerini verdiler. Cevat Bey saati gösterdi.Omega markalı siyah bir saat.Arkasında bir taç ve “L.2.” markaları ve Paşanın kırılan saatide Mekteb-i Harbiyeden beri sakladığı Omega markalı kuvvetli bir talebe saati imiş.Cevat Bey Zenınnth marka bir bilezik saatini gösterdi ki onu Mustafa Kemal Paşaya o kurşunun değdiği esnada yanında bulunan genç Mülazım vermiş.
Askerin bu kadar yanında giden, onlara ön ayak olan bir Kumandana en zorlu düşmanların bile dayanamayacağına aklım eriyordu. Omega saati, Türk milleti için kendini feda etti,Komutan Mustafa Kemal’i kurtardı. Türk ordusunun Kumandanını, Türk milletini,Ortadoğu’yu, insanlığıkurtardı.
2)SEYİT ALİ ONBAŞI: Çanakkale Savaşları’nda Deniz Savaşları sırasında Seddü’l- bahir açıklarında bulunan düşman gemileri Morto Koyu ile Seddü’ l- bahir tepesini sürekli bombardıman altına almışlardı. Türk mukavemeti gittikçe azalıyordu. Kendilerini Allah’ ın koruyuculuğuna bırakan Türk birlikleri şehitlik mertebesine ulaşmayıarzu edercesine, kaçmak yerine son gayretleriyle mücadele ediyorlardı. Bu sırada bir İngiliz gemisinden atılan büyük bir bomba Morto Koyu sırtlarındaki bir topçu birliğimizi toptan imha etti. İçlerinden yalnızca Seyid Ali Çavuş kurtulmuştu. Çavuş etrafındaki manzara karşısında duyduğu ızdırap ile dünyada eşine az rastlanacak bir olay gerçekleştirdi. Duyduğu acı ile normalde üç kişinin zor taşıdığı 257 kiloluk bombayı yerinden tek başına kaldırdı, taşıdı, topun namlusuna sürdü ve ateşledi. Bu mermi gideceği yeri de biliyordu. Queen Elizabeth gemisinin bacasından içeri girdi ve gemi ortadan ikiye ayrılarak battı. Burada, 257 okkalık bir mermiyi kaldırarak olağanüstülük gösteren Seyit Ali Onbaşı ile ilgili menkıbeyi Mehmet İhsan GENİŞÇAN, eserinde şöyle anlatıyor: “Ne hikmetse bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. “Ulu ve yüce Allah’ tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. ” duası Seyit’in ağzından nûr tanesi gibi dökülmeye başladı.
Seyit Ali, bu duayı defalarca okudu. Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit ‘ in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini böylece değiştiren olayı yaratmış ve İngilizler’ e ait “Ocean” isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştır. Aynı gün geç saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak Seyit’ e onbaşılık rütbesini verdi. Merminin bir defada kendi huzurunda kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa’ ya şu cevabı verdi: ” Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm, Allah’ın feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah’ ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makam varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ancak şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım”
Devam Edecek
Günün Şiiri
Çanakkale Şehitlerine
Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmaraya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde – gösterdiği vahşetle bu: bir Avrupalı
Dedirir – yırtıcı his yoksulu, sırtlan kümesi.
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhut kafesi!
Eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşısın da,
Avustralyayla beraber bakıyorsun: Kanada,
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezîl istîla!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,
Kustu mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz…
Medeniyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz
Sonra melundaki tahribe müvekkel esbab
Öyle müthiş ki: eder her biri bir mülk-ü harab.
Öteden saikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor amâkı
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam
Atılan her lâğamın Yaktığı: yüzlerce adam
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir: savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre
Top tüfekden daha sık gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki, bu, tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kala mı, göğsündeki, kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ,edecek kahrına râm?
Çünkü tesis-i îlahi o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun-i beşer;
Bu göğüslerse Hudânın ebedî serhaddi;
O benim sun-i bediim, onu çiğnetme dedi.
Âsımın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rap, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîdi…
Bedrin aslanları gibi şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler
Gömelim gel seni târîhe desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâp…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
Bu, taşındır diyerek Kâbeyi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyla,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâyı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsen yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine, bir şey yapabildim diyemem hâtırana
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı, selâhaddîni,
Kılıç arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki islamı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi ğöğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki rûhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, asâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehît oğlu şehît, isteme benden makber,
Sana ağûşunu açmış duruyor peygamber.
Mehmet Akif Ersoy