Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Bugün 21 Aralık, resmen kış mevsimin başlangıcı ve deprem niteliğinde olaylar yaşanıyor yurdumuzda, kendi kendime “sen nasıl oluyor da bir şey yokmuş gibi sergi telaşına düşüyorsun?” diyorum.
Tabi çok saçma bir düşünce. Kar kış olsa da hava, depremde olsa tayfunda olsa hayat devam ediyor bir sürü olaya gebe olarak, üstelik bizim yapabileceğimiz bir şey yok. En çok yapabileceğimiz geyik muhabbetini yapıp onları geçmeyecek tv sohbet programlarını izlemek. Ki her kanalda onlardan bol, bol var… Bu durumda çalışmak, özellikle sanat için çalışmak çok daha evladır diye düşünüyorum. Hem geride kalma günden, gündemden, hem de işini yap en doğrusu bu.
Bendeniz gündüz çalışıyorum, gece yazıyorum. Şubat güneşi günlük olarak gece yazılıyor sevgili okuyucularım ve günlük yazılan şeyler çok zor oluyor, çünkü zaten yazdığınız şey, size yazdırılan oluyor yani siz tasarlıyorsunuz falan ama parmaklarınız klavyeyi başka türlü tuşluyor, yani sizden bağımsızlaşıyorlar, sizden habersiz üstelik. Ve bu durumda yazdıklarınızın bir bütün taşıması gerekiyor. Her bölümde. Yani dünkü bölümü bugün değiştirebilirim ya da bir cümleyi kaldırabilirim gibi bir şansınız olmuyor o gün yazdıklarınızın esiri oluyorsunuz. Sonraki bölümlerde de onu izlemek durumunda kalıyor.
Bu yüzdende çok dikkat etmeniz gerekiyor. Ve bu tür romanların kaderini baştaki sayfalar belirliyor nerdeyse. Bazen bizde devrim niteliğinde değişikler yapabiliyoruz ama bütünlüğü zedelememeye çalışarak, bunun içinde her akşam yürüyüş sonrası sıcak bir duştan sonra oturuyorum bilgisayarıma ve ilk bölümden başlayarak okuyorum. Düzeltmeler yapıyorum ve devam ediyorum. Gecenin geç saatlerine dek uzanıyor bu. Ve okunduğu kadar kolay olmuyor yazmak kuşkusuz. Ancak yinede çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Konsantrasyon sorunum yok her ortamda her seste gürültüde yazabilirim. Bu da işlerimi çok kolaylaştırıyor tabi.
Ve yine düşünüyorum her şeyin bir zamanı var. Zamanı gelince çıkmasını önleyemiyorsunuz ya da yakına alamıyorsunuz. Bu sergi fikri ve bu roman yazma önceden tasarlanmış değil, ikisi de “pat” dedi. Biz hayatındayız bu yılın son günlerinde ister kabul et ister etme dediler ve hayatımın odağı oluverdiler. Şikâyetim yok. Çünkü çalışmak bendenize yakışıyor. Ve isteyerek çalışmak herkese yakışır diye düşünüyorum.
Ve sevgili okuyucularım bu nostalji sergisini sakın kaçırmayın diyorum. Burada amaç dediğim gibi ebru sanatına dikkat çekmek yeniden. Ve aynı zamanda hoşgörü sergisi Mevlana resimleri ve tespih çalışmalarını da orada bulabileceksiniz. Ve şimdilik sağlık ve sevgiyle hep birlikte kalalım diyorum sevgili okuyucularım. El ele yürük yüreğe… Yase
& & & & &
VE SEVGİLİ OKYUCULARIM BİR KEZ DAHA ANIMSATIYORUM VE HEPİNİZİ BEKLİYORUM YASE’NİN EBRU VE HOŞGÖRÜ SERGİSİNE 26-29 TARİHLERİ ARASINDA BELEDİYE SANAT GALERİSİNDE (ESKİ NİKAH SALONU)
& & & & &
Şubat Güneşi
Mesneviyi Okumak Zorunda Bıraktı Beni Ayrılıklar…
“Hadi tabağına koyduklarımı şimdi uslu, uslu konuşmadan yut” diye buyurdu… Hınzır kız bunun altında kalır mı? “Emriniz olur sultanım” diye sırıttı. “Gerçekten neden hoşlanıyorum üstelik bir şeyler öğreniyorum. Sen çokbilmiş hanımefendiden…” Tavrında bir istihza yoktu. Yoksa yakalardı anında kız. Ve gerçek hanım hanımcık görünüyordu mumların titrek ışığında. Sakin, dingin ve konuşkan sanki sözler dilinden kendiliğinden dökülüyordu.
“Dinle o zaman” dedi. “Neyden kim hikâyet etmede / ayrılıklardan şikayet etmede – Ne demek istiyor bu sözlerle?” “Neyden dinle diyor. O konuşuyor, doğruyu söylüyor hikayeyi ve şikayet etmediğini gidenin, ayrılıktan onu da biliyor. Çünkü ayrılık dediğin “Mezarımın toprağı bir yudum şarap gibidir. Bedenimi içince, canım göklerin üstüne çıkar. O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim fermanımın yazısı ebediliktir” “Harika ya gerçekleten harika diye bağırdı” Ahmet.
Zeynep in gözeri dolmuştu kendinden geçmiş gibi konuşuyordu. “Mesneviyi hafızlamak zorunda bıraktı beni ayrıklar” diye inledi. “Ama huzuru bulmamı da o sağladı. Bir okusan sen Mevlana’yı bir bilsen azıcık, öğretisini başka bir şey olursun.” “Nasıl yani?” “Kendini daha iyi tanırdın. İçindeki ortaya çıkmamış hazinelerini belki bulurdun… Bak sana bir şey daha okuyum ister misin?” “Evet lütfen” “Gülen nar, bağı bahçeyi de güldürür; / Erlerle sohbet seni de erlere katar. Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.” “Ahh Zeynep ne kadar uzak kalmışım bütün bunlara” diye sızanlı Ahmet.
“Üzülme geç kalmış sayılmasın sana bir Mevlana kitabı alırım “Fih ma fih” örneğin ben onunla başlamıştım. Tabi sokağa çıkabilirsek yağmurun duracağı yok gibi.” “Üşümüyorsun değil mi?” “Yok öyle bir sarmalamışsın ki nefes alamıyorum ve zaten Mevlana’dan bir şey okuyunca da ısınıyorum. Kim bilir belki bir gün Şebi Arus törenleri için birlikte Konya’ya gideriz.” “Şebi Aruz ne demek?”
“Vuslat demek, kavuşma demek sevgiliye. (düğün günü yani.) O sevgili kimse artık? Ama mistik alem de yaratıcı kastedilir.” “Yani Tanrı’mı sevgili” “Evet” “Sizin evde var mı bu kitaplar.” “Evet tabi..” “O zaman belki yarın senden alabilirsiz.” “Tabi ya daha iyi olur. Sonra kendine alırsın sen hatta belki bana da alırsın ne de olsa mükafatı hak ettim.” “Hadi ya. Çok alçak gönüllüyüz doğrusu.” “Huyum kurusun işte o özeliğim çok” diyerek Ahmet’e baktı tepkisini ölçmek istercesine. Ahmet ondan geri kalmadı; “Ah ne yapılım, şansımıza hem çok bilmiş hem de kendini çok beğenmiş bir tanrı misafiri düştü. Kabul etmemek olmaz, başa geleni çekeceğiz artık.” Kız geniş bir kahkaha attı bunun üzerine… “Bir çay daha ister misin? İştahın açılmıştır sanırım bak ne güzel gülüyorsun.” “Hayır teşekkür ederim ama bir dilim börek alabilir miyim?” “Hemen.”
Konuşmak iyi geliyordu Zeynep’e ne de olsa geldiğinden beri ilk kez böyle konuşuyordu iki gün evde nerdeyse öylesine dolanıp gözyaşı akıtmaktan başka bir şey yapmamıştı, tabi olarak midesi yemekleri reddediyordu aslında kendisinin kendini red etmesiydi bu. Ama şimdi kendini rahat algılıyordu ve yemek, yemek daha kolay gibi geliyordu ona. Yani en azından yumurtanın ucundan biraz yiyebilmiş börektende bir dilimi adeta sokuşturmuştu ağzından içeri ama olsun kendini daha iyi algılıyordu ya. Böreği peçeteye sarıp öyle yiyordu. Ağzı dolu, dolu… “Ahmet annen ararsa şimdi çok merak edecek telefon kapalı değil mi?” “Ağzın doluyken konuşmamayı sana öğretemediler mi?” dedi Ahmet. “Evet ya öğrettiler tabi hem de nasıl” diye lokmasını yuttuktan sonra konuştu. “Senin telefonun yanında mı?” “Hayır, tabi iyi ki de yokmuş yoksa onu da kaybederdim. Aa kaybetmek demişken anahtar işini ne yapacağız.” “Yarın değiştireceğiz onu tabi. Ama ne o bıktın mı bizden!” “Hayır, ama başınıza bela olmak istemiyorum.” “Ne demek bu? Sen ve bela yan yana olabilir mi?” “Yan yana değiliz ki iç içeyiz.” “Her tarafın bela olsa ne yazar minik şey.” “Ben mi minik?” sözünü tamamlayamadı.. Ahmet yerinden kalkıp kızı kaptığı gibi havalandırdı. Battaniyesi üzerinden kaydı yere düştü.
“A ne yapıyorsun indir” diye yaygarayı bastı. “İndirmesem ne olacak?” “Bir şey olması mı gerekiyor illa” diye bağırdı kız saçları havludan kurtulmuş beline doğru dökülüyordu. “Lütfen yere indirir misin?” “Tamam, tamam yaygaracı indiriyorum işte, ağırlığını ölçmek istemiştim sadece. Seni böyle ömür boyu taşıyabileceğimi sanıyorum.”
Kız yere inince bir an sendeledi. Ahmet yine yetişti kızı kolları ile sararak düşmesini engelledi. “İşte gördüğün gibi ayakta bile duramıyorsun ne yapacağım ben senle?” “Eve yolla kurtul belamdan dedim ya.” “Of, of ayakta duramaz ama cevap yetiştirmeye üzerine yok.” Kız ilk kez direk olarak Ahmet’in gözlerine baktı. Mumun ölgün ışığında yüzünde bin bir gölge oynaşıyordu… Arkası Yarın
Günün Şiiri
Bizden Geriler
Gam gasavet çöktü, yine garip başıma
Gönül yaylasından gitmiş, bizim sürüler
Bir mektup gönderem dedim, can yoldaşıma
Yakin iken şimdi uzak oldu beriler
Kör yolcu yol gider ama varamaz
Hak’kı inkar eden kişi hak’ka yaramaz
Aşkın yarasına Hoca, muska saramaz
Sevdadan ne anlar, gökler, cinler, periler
Mahzuni Şerif’ im böyle, benim ifadem
Enginlere yaman düşer, yüksekten gezen
Aklım ermez böyle işe, bozulmuş düzen
Akıl verir oldu bize, bizden geriler
Mahzuni Şerif
Günün Sözü
İnsanlar seni, istedikleri kadar bilsinler, ama kendi kendini aldatabilir misin?
Bir insanı, bulunduğu mevki ile değil, göz koyduğu mevkiiyle ölçmelidir.
TOLSTOY