Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Dağarcığım kilitli kaç günden beri. “Açıl susam açıl” desem açılır mı, diye sordum kendime bu sabah? Açıldı ama hangi kapıdan çıktı bu öykü bilemiyorum. Madem açıldı susam, madem kendimde bu güç varmış, onu kullanayım bari değil mi? Ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ‘Bir Yol’ hikâyesi geçmişten bir esinti. Biraz uzun bir hikâye olduğu için bir kısmını bugün ve geri kalanını da yarın paylaşacağım. Umarım beğenirsiniz.
& & & & &
Bir Yol
Birdenbire ayağa kalktı ve eliyle trenin penceresinden işaret ederek: -İşte, dedi, şu gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç arasında tepenin eteğini kıvrılan patika… Fevkalâde hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol rast gelebileceğimiz alelade bir şey… Bununla beraber nereye gittiğini, nereden geldiğini bilmediğim, bir dönemeçte kaybolan tozlu parçasından başka hiç bir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir.
On beş seneden beridir ki bu yolda her ay bir iki seyahat yaparım. Bu uzun şeridin iki yanında ve onun döne-döne değişen ufkunda tanımadığım hiç bir şey yoktur. Yattığım yerden gözüme ilişen sivri bir kaya parçası, yalnız aydınlık havada ürperen tepesini gördüğüm bir ağaç, ne bileyim hatta daha alelade bir işaretle bütün ufku kendi kendime canlandıracak kadar bu yolların aşinasıyım, fakat yıllar var ki bu küçük yol parçasını, yol bile diyemeyeceğimiz bu dövülmüş kırmızı toprak genişliğini daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her defasında görür görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum.
Şüphesiz bunda ilk defa gözüme çarptığı günün hususiyetinin de mühim bir hissesi vardır. İstanbul’dan soğuk ve yağmurlu bir günde ayrılmıştım, İlk çocuğum on gün evvel ölmüştü, karım hasta idi, başka üzüntülerim de vardı. Kısacası kaderle diş dişe, yumruk yumruğa olduğum günlerden biriydi.
Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. ıstıraplarımızın, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatımızın tabii muhiti ile sıkı bir alakası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor. Bununla beraber acıdan acıya fark var. Ve benimki acıların en büyüğü, evlat acısı idi, üstelik de yağmur yağıyordu. Oh, size bu yağmurlu günlerin bende yaptığı aksülameli nasıl anlatmalı? Böyle günlerde ben değişir, büsbütün başka adam olurum. Başka bir adam, tam kelimesi değil.
Bütün bir mazi, en kötü, en karanlık, en tamir edilmez taraflarıyla içimde canlanır, hortlaklarımla baş başa kalırım. Böyle zamanlarda hayat sanki bütün çeşmelerini kapatır, yalnız bir tanesi, azap ve üzüntünün kaynağı kalır ve ben onun bulanık aynasında bütün ömrün en kötü muhasebesini yapa-yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de böyle oldu; her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerimden sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum Haydarpaşa garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi. Trene aynı ruh haleti içinde bindim. İzmit’e kadar hep aynı ıslak ve rutubetli hava içinde, tıpkı bir olukta seyahat eder gibi geldik. Hiç bir şey düşünmedim, hiç kimseyi görmedim, sadece vagonların üstüne ve pencerelerin camlarına değdikçe yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Bir tabutta uyuyanlar yeraltının mutlak sessizliğinde kendi nabızlarını ancak böyle dinlerler. Zaman-zaman içimdeki boşluğu kısa bir şimşek gibi oğlumun hatırası deliyor, bir an için onun küçücük ve muzdarip yüzü, bir büyük örümcek gibi yağmurun dört bir tarafıma gerdiği kül rengi üzüntü ağlarının içinde uzanıyordu. O zaman ben bu hayalden kurtulmak için ellerimle yüzümü kapatıyor, biteviye yer değiştiriyordum. Sonra tekrar yağmurun sesine dalıyor, tekrar bu ince ve muzır ağın altında insana sıkıntının ve kabusun bizzat kendisi gibi görünen, güneşsiz, renksiz hayalet manzaralara dalıyorum.
İzmit’ten sonra uzun bir müddet yine böyle sürdü, sonra yağmur biraz diner gibi oldu, gök yükseldi; bulutların arasından çamur rengindeki dünyaya, başka renkler, iki gün süren bu kötü havanın unutturduğu sıcak kuvvetler girdi. Ve tren yavaşladı. O zaman ben, bu küçük yolun üzerinde iki günden beri ilk defa küçük bir güneş parçasını, küçük ve aydınlık bir halı gibi serilmiş buldum. Islak söğüt dallarına sevinçle yayılan ve sonra orada, yerde sıcak ve aydınlık bir müjde gibi biriken güneş… Ve aynı zamanda, bütün içimi altüst eden acayip akisli uğultu… O anda içimden geçenleri nasıl anlatmalı? Bu aylarca toprağın karanlığında kaybolan bir göğün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve aydınlığa kavuşması gibi bir şeydi. İşte o zamandan beri bu yol, birçoğu, binlercesi gibi birkaç, yüz metre sonra küçük bir Anadolu köyünün inzivasında kaybolacağına hiç şüphe olmayan bu küçük ve sade yol benim için mahiyetini değiştirdi. Saadetin, ruh muvazenesinin bir nevi sembolü, kapısında güneşin divan durduğu bir iklimin başlangıç noktası oldu; ve müthiş bir arzu ile, her şeyi, bütün üzüntü ve kederlerimi, bütün sevgi ve zenginliklerimi burada bırakıp inmek, bu küçük yolda yürüyüp gitmek istedim.
Bana öyle geldi ki bunu yapacak olursam hayatımda her şey değişecek, bütün sefaletlerim, hasretlerim dinecek, yepyeni bir insan olacağım.
O zamandan beri dokuz sene geçti. Ölen çocuğumun acısını zaman ve yenileri unutturdu. Küçük sefaletlerim ve sıkıntılarım düzeldi, yahut yerlerine başkaları geldi. Her şey az çok değişti, fakat bu yolun benim içimdeki manası hep aynı kaldı. Onunla her karşılaşışımda hep aynı saadet hissi beni dayanılmaz kuvvetiyle çekti, her defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacını duydum. Hatta şu anda bile aynı ihtiyacın içindeyim. Ne yazık ki…
Bu kaçınma ihtiyacına bakıp da beni, her an talihin yeni bir gadrine uğrayan, hayatı felaketlerle dolu biçarelerden sanmayınız. Herkes gibi ben de zaman-zaman kaderin iyi veya kötü yüzüyle karşılaştım. Fakat düşünülürse ondan şikâyete büyük hakkım yok. İyi bir kadınla evlendim, epeyce kazanıyorum, hayatım kendi çizilmiş yolunda düzgün ve rahat gidiyor. Bununla beraber ondan memnun değilim. İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Her hangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım. Ah bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lalettayin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde, bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız..
Felaketim şu ki, ben zaman zaman kendimi bulan adamım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyiniz. Bu gülüşümden sizin bu azabı tanımadığınız anlaşılıyor. Kendi kendini bulmak… Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat aynı zamanda güzel ve dikkate değer bir eğlence de olabilir. Bir sarhoş tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını görüyor, eşya ile, zaman ile kendi arasındaki alakanın istihzasına geçiyor; bu bedbahtı zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alkolün unutturucu cenneti… Bu uyanış şüphesiz ancak bir dakika veya bir saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın ürpermesiyle doludur.
Bakınız, bu ilk önce nasıl oldu: daha henüz çocuğumuz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve çocuklarımla beraber oturuyorduk. Ben yazı yazıyordum, oğlum ayaklarımın dibinde oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu.
Günün Şiiri
Aşkın Serinliğinde Boğ Beni
bu şimdi yaz akşamın en tatsız saatidir. Güneş kurusu
hiç bir yolcu treninin uğramadığı istasyon hüznü
bu şimdi benim sana yolum bağlıdır
aşkın ırmak sanılan serinliğinde kendine çağlayış
annemin gül tadında kanadığı akşamdır. bu şimdi duvaksız
beni toprak yerken yakaladığı yüzündeki telaş
birden dallarından bütün yaprakların boşalması
yağmurdur. sancıdır. üstesinden gelinmez bir baş ağrısı
bu şimdi kurbağa bacaklı bir yazdır. akşamsız
uzak kurmuşsa yuvasını kalbimize kırlangıçlar mekansızdır
sır olmak. eriyen bulut. çözülen damla
aşkın yüzünden yolunan aydınlık
bu şimdi ellerini çözüp ayrılığa beni vurduğunda kanayan dil
annem elleri dağ yası yüreği kartal çığlığı
aşkı güzelleştiren telliturna
bu şimdi birden uyanma hali
çalan telefondaki kimliği belirsizliğe
biberin kızaran ucundaki tattır ilkyaz aşkı
acı kekre ve iliğine kadar ‘samış
bu şimdi ayrılık önü yakılmış bir sigaranın ilk nefesidir
kentli oğlanların saksılardan kopardığı gülden damlayan kan
yarim sevişmelerden artakalan buğunun yabanıl çıplaklığı
adressiz postalanmış bir zarfta çürüyen pul
bu şimdi akşamın alnıma bir izdüşümü yanıtsız sahipsiz
yazın gizindeki nemin kurutulmuş resmi
bu şimdi gitmek bülbül çıldırtan sabahın sisi
solmuş bir insan yüzüdür ufukta silinen
annem bir filozof benim
aşkı koynunda dürülmüş mendil
gelecekten değil daha çok geçmişten korkan
bir türküdür annem benim
cennetkuşu. süzülmüş kekik
bu şimdi akvaryumda dolaşan bir oğlun
boğulan gülümsemesidir
bu şimdi beni de götür denilmesi gereken yerde
dünyaya çarpan bir hoşça kal çığlığı
sevgili beni yağmurun yüzüne as
beni akşamın çürüğüne sar
beni aşkın yelek cebine koy
beni de götür…
bu şimdi telefon kulübelerine sığmaz
bir konuşmanın son anıdır
bulutlar daha alçaktır turna sürüsünden
ellerimizde büyüyen salkım saçak dal kırlangıç yuvasıdır
bu şimdi nereye gidiyorsun diyen
bir serçenin canından düşen telek
bu şimdi kıyısında durulan bir derenin
içindeki çağlayanın kırdığı umut
bu şimdi beni yolunun üstüne ser
beni kanat…
beni öldür…
aşkın serinliğinde boğ beni
Bayram BALCI
Günün Sözü
Varacağın yeri bilmiyorsan vardığın yerlerin hiçbir önemi yok.
& & & & &
Altınları zamanla biriktirerek satın alabilirsiniz. Ancak zamanla biriktirdiğiniz altınları vererek geçen zamanı asla satın alamazsınız.