Günaydın sevgili okuyucularım, nasılsınız bu sabah? Bugün bir hikâye var ve de güzel bir şiir dağarcığımızda. Okurken belki kendinize bakacak ya da zamana kısacık bir yolculuk yapacaksınız. Şiiri okurken de belki hüzünleneceksiniz… Sağlık ve sevgiyle, esen kalın. Yase
Simit Tatili
Derin bir uykudayken bacaklarımın üşüdüğünü hissediyorum. Soba söneli çok olmuş anlaşılan. O kadar üşümüşüm ki bacaklarım sanki benden değiller. Sonra sımsıcak yorganın içine çekiyorum bacaklarımı, dizlerimi kıvrılıyorum minik bir kedi gibi yorganın içinde.
Gıcırdayarak kapı açılıyor birden, içimden dua ediyorum; İnşallah kapıyı açan annem değildir. Ama dünyanın en karşı koyulmaz sesiyle bir ses geliyor kulağıma “Hadi oğlum uyan, hadi canım benim, hadi kuzum, bak geç kalacaksın.” diye tekrarlanan kelimelerle beraber uyku daha da bir şiddetleniyor gözlerimde. Kendimden geçmek geliyor içimden, bu uyku ne tatlı bir şey böyle. “Anne! Ne olur biraz daha.” diye yalvarıyorum anneme. Ama çaresiz kalkmak zorundayım. Kalkarken sitem dolu homurtuyla, ağlamaklı bir sesle konuşuyorum “Ya! Zaten çok üşüdüydüm, daha ısınamadım bile, hemen kalk dedin yaa!” diye mızmızlanıyorum çocukça.
Yüzümü soğuk suyla yıkarken burnuma çıra kokusu geliyor ve titreye-titreye sobanın başına geliyorum. Soba daha ısınmamış ama o çıkardığı ses bile içimi ısıtıyor. Annem bir bardak çay bir dilim ekmeğe sürülmüş yağ ve birkaç zeytin getiriyor ve saate bakıp “hadi hemen ye de geç kalma, yoksa sıranın en arkasına kalırsın” diyor.
Burası kenar mahallede tek katlı, kireç boyalı, geçim derdi olan yüzlerce evden biriydi sadece ve o saatlerde uyuması gereken birçok minik beden uyandırılıyordu sabah ezanıyla beraber. Burada çocuklar belli bir yaşa geldiğinde simit satmak ya da boyacılık yapmak zorundaydı. Geçim derdi buralarda çok küçük yaşlarda vuruyordu insanları. Minik gözler sabah ezanında simit fırınlarında açılıyordu, satacakları simitleri almak için sıra beklerken uyuklayan çocuklar “simit çıktı” diye bir sesle irkiliyorlardı. Sonra çocukça sıra kavgaları yaşanıyordu. Ne zaman ki simit fırınının sahibi bağırarak “Boşaltın çabuk fırını! Ya da sıraya geçin” dediğinde o sıcak ortamdan dışarıya çıkma korkusuyla ortalığı bir sessizlik kaplıyor ve sıranın dışına itilmiş olan en küçük çocuk, gözleri dolu-dolu, dudakları bükülmüş bir şekilde, iç çekerek sıranın en sonuna doğru ilerliyordu.
Yirmi simit alana bir yemelik simit bedava, otuz simit alana iki yemelik simit bedavaydı. Ve simit tepsisini dolduran çocuklar, her gün sattıkları simitten hiç bıkmadan, ilk olarak, verilen bedava simidi iştahla ısırarak yiyor, yeni-yeni ağaran soğuk ve boş sokaklara doğru yürüyorlardı. Sonra ince sesleriyle bağırıyorlardı “simiiitcii!” diye.
Ben simitlerimi hep erkenden satardım, arkadaşlarda beni kıskanırlardı ve “yarısını kendin yiyorsun” diye dalga geçerlerdi benimle. Bazısı hemen koşup benim yanıma gelirdi, benimle dolaşırdı. Kendisine “yanımdan ayrıl” diye uyardığımda “Oğlum sokaklar senin mi? İstediğim yerde gezerim” derdi. Sonra birisi bana “simitçi” diye seslendiğinde benden önce hemen koşardı ve “buyur abi benim ki daha gevrek daha sıcak” diye reklam yapardı.
O koşunca ben utanır koşmazdım, çoğu kez de müşteri koşan arkadaşı tersler ve “ben ötekini çağırdım sen niye koştun” der ve yine simidi benden alırdı. Yine ben onlardan önce bitirirdim simitlerimi. Minik ayaklarımız basmadık kaldırım taşı bırakmazdı sabahın köründe. Saat en geç onda bitirirdim simitlerimi. O saate kadar iki tur yapar ve altmış simit satardım.
Bana da dört tane yemelik simit kalırdı. Birisini kendim yerdim; ikisini eve küçük kardeşime götürürdüm; birini ise, Yonca sokakta, mavi boyalı, yarı yıkık, tek katlı evde oturan, benden ufak bir çocuğa verirdim. Her gün camın önünde benim geçeceğim saati sabırsızlıkla beklerdi, ben gelirken yüzü güler ve ellerini birbirine vururdu. Camın kenarında tahta bir divanda yatardı, bazen ben geçerken o uyuyor olurdu, bende camı hafifçe tıklatırım ve yırtık kahverengi perde kıpırdadığında, simidi camın önüne bırakır geçerdim. Bu çocuğun adı Yusuf’tu ve yürüyemiyordu, bana yanlış iğne vurmuşlar diye her seferinde dile getirirdi. Bende duymazdan gelirdim. Yusuf hem çok konuşuyor hem de camı açık tutup içeriyi soğutuyordu. Annesi birkaç dakika sonra zaten ona bağırıyordu “Yusuf kapat artık pencereyi, içeriyi soğuttun” diye.
Simitlerimi satıp, anaparamı bir cebime, karımı öteki cebime koyduktan sonra doğru evin yolunu tutardım. Ve her gün okul başlasa diye dua ederdim. Şubat tatillerini hiç sevmiyordum hava çok soğuk oluyordu, ben çok üşüyordum ve ben bütün tatilleri sevmiyordum. Okula gitmek tatil, tatil ise yorucu bir yüktü kenar mahallenin minik bedenlerine. İşte bu yüzden canım ne zaman simit çekse gözlerim etrafta minik bir simitçi arar…
Bulduğum simitçi çocuğa sorarım “Bugün kaçta kalktın? Kaç simit sattın?” diye, sonra aldığım simidin değerinden fazla bir bedel öderim minik simitçiye. Çoğu kabul etmek istemez ama sonra tebessümle boyunlarını bükerler ve ceplerine parayı koyarlar. O minik simitçiler birden gözümde dağ gibi büyüyüp adam oluveriyorlar karşımda. Çünkü ceplerine parayı koyarken “bereket versin abi” diyorlar. Ben de kendimi görüyorum çoğunda. Ve o fazla parayı kendime veriyorum aslında…
Günün Şiiri
Sevgilim, Sözcükler ve Bengilik
biraz abartma değil mi bir insanın ardından
dünyanın sonuna dek gideceğini söylemek?
diyelim ki dünya sonsuz ve o insan
birdenbire yoruldu!
diyelim ki ortalık kıyamet: yağmur, dolu!
biraz abartma değil mi söz etmek
bir insanın gözlerinden,
o gözler sanki
doğdukları bengiliği yansıtan
derin dağ gölleriymiş gibi?
ya çökerse o dağlara kara bulutlar!
ya çamur fışkırırsa derinliklerden!
abartmıyor musun sen de
benim güzelliğime benzer güzellikte
bir başkası, bir tarla, bir at,
bir gül bulunmadığını söylerken?
dağ göllerinde yüz, gülüm, tırman dağlara,
at sırtında yolculuk et karda yağmurda,
bırak düşüncelerin ulaşsın bana
saçlarımı okşayan bir meltem gibi,
ardıç kuşunun şarkısı gibi kulaklarımda,
ışığı gibi akşam güneşinin yüzüme vuran
ve bir yıldız gibi
kucağıma düşen, karanlıklardan.
hep abartırız sevdiğimiz zaman.
diyorsun ki gürmüş sesim sekiz kentin
tapınak çanlarının sesi kadar.
yedi kentin deseydin
hiç değilse eğlenirdim
söz sanatındaki ustalığınla.
ama keselim bu gevezeliği burada.
hep beni aramışsın, öyle diyorsun.
bana gelince,
kimi aradım dersin, yola çıkıp da
dünyanın bir ucundan, yağmurda karda
derin dağ göllerinde, yüce dağlarda?
madem ki kavuştuk, gülüm, beni bırakma!
bırakıp gitmek mi? hayır, asla…
Erik STINUS
Günün Fıkrası
Adamın açlıktan neredeyse nefesi kokuyormuş, önünden geçtiği bir lokantanın vitrininden içeri bakmaya başlamış. Bir süre sonra içerdeki müşterilerden birinin çok fazla yediği dikkatini çekmiş. Müşteri kalkıp kasaya gittiğinde ise adisyonu uzatan kasiyere doğru eğilip, sakalını sıvazlayıp, fısıltıyla “ajanım ben, ajan” dediğini duymuş. Kasiyer “aman efendim gene bekleriz” deyip müşteriyi bin bir hürmetle yolcu etmiş. Bizim garibanın dikkatini çeken bu olay artarda gelen 3 müşteride de aynen tekrar etmiş. Kasaya giden müşteriler sakalını sıvazlayıp “ajanım ben, ajan” deyip gidiyormuş. Olayı kavrayan gariban lokantaya girmiş ve envai çeşit yemek ısmarlayıp çatlayana kadar yemiş. Kalkıp kasaya gittiğinde ise hesabı uzatan kasiyere doğru eğilip “ajanım ben, ajan” demiş. Kasiyer kafasını kaldırıp adama şöyle bir baktıktan sonra “İyi de beyefendi sizin sakalınız yok ki” demiş. Bizim ki pantolonunun fermuarını indirmiş ve gene fısıltıyla “Ben gizli ajanım” demiş.
Günün Sözü
Karakteriniz, şöhretinizden önemlidir. Karakteriniz, siz ne iseniz odur… Oysa şöhretiniz, başkaları sizi ne sanıyorsa odur.
John Wooden