Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Havalar yine hastalıklı. Çevremde herkes şu ya da bu şekilde hasta, mıy-mıy ve garip bir şekilde gece haşat gündüz canavar! Yapmakta oldukları işler onlara enerji veriyor ve hastalıklarını unutuyorlar ama gece olunca her tarafları kırım, kırım kırılıyor ve naz niyazlarından geçilmiyor. Bense tam tersi gündüz güneşten kaçan gece ise karanlıktan beslenen hayaletler gibiyim. Bütün mıy-mıylığım, nazım niyazım güneşe. Geceye ise sevgim ve enerjim kalıyor. Gündüz yapmak zorunda olduğum şeyleri ancak toparlayabiliyorum. Ve bu ufak yollu bir işkenceye dönüşebiliyor bazen bu günlerde bazen de bir yolculuğa davet…
Örneğin bu sabah simyacı takıldı aklıma. Simyacı kitabını okumuşsunuzdur. Paulo Coelho’nun ilk baskısını 1988 yılında yaptığı ve bizim ancak 2000’lerde okuduğumuz kitabın adı bütün dünyada yankılar yapan ve benim okuduğumda ilk sizinle paylaştığım çünkü paylaşılmaya değer bulduğum muhteşem bir kitap, adeta bir öğreti adeta bir felsefe adeta bir macera sıradan ama sıradan olmayan. Romanın kahramanı İspanyol koyun çobanı Santiago
Santiago tapınakta gördüğü rüyanın peşine düşerek hazinesini aramak üzere piramitlere doğru yol alır. Yolda başına gelmeyen kalmaz. Slam kıralı ile görüşür zengin olur parasını yitirir, madeni altına çeviren simyacılardan simya yapmayı öğrenir. Ve eşkıyaların eline düşer başına gelmeyen kalmaz. Ve sonunda gerçek hazinesini bulur. Aradığı yerde değil. Bıraktığı yerdedir hazinesi?!
Ve bu sabah gözlerimden uyku akarken, umutsuzca simyacı geldi aklıma bende simya yapıyorum her halde dedim kendime. Oysa önce sınandığımı düşünüyordum. Bir sınav olmalı bu yaşadıklarım diyordum. Ve aslında sınavlar simya yapmaktan başka nedir ki? dedim kendime. Bir hedefim var bir isteğim. Aynen Santiago gibi. Ve o hedef belki yanı başımdadır, hala göremedim, bulamadım hala dolaşıyorum, yıkıntılar arasında ve elime geçenleri yitiriyorum öylesine. Hırsızlar her tarafımda, birisi paramı çalarken bir diğeri zamanımı çalıyor. Hem de içimi yakacak kadar, öylesine çalıyorlar ki artık hiçbir şeyi saklamıyorum ne zamanımı, ne düşüncelerimi, ne paramı ne pulumu… Hırsızlık olmasın diye adı.
Ve elim bomboş ilerlemeye devam ediyorum, yeni kazançlar elde etmek için ve kazandığımı yeniden yitirmek için. Böylece belki gerçek ve tek kazancı bulabilirim? Dolaşırken kıyılarda köşelerde tahta bir tabure üzerine siniyorum.. Salem kralı değil yanımda oturan. Kendi kralımı buluyorum, bütün kralların kralı yanı başımda oturuyor. Saatlerce konuşuyorum, saatlerce o söylüyor ben dinliyorum. Hatta o söylerken ben ağlıyorum. Ve kalkıp gittiğinde, gerçek sona daha çok var, uzun bir yol, dikenli taşlı, derin uçurumlu ve ancak daha sonra” diyorum. Ohh, git, git biter mi bu yol? Tevekkülle baş eğiyorum. Eğilip bana bunları sunan eli saygıyla öpüyorum.
Gidilecek yollar, kaybedilecek zaman ve kazanılacak hediye için, daha çok gözyaşı, daha çok kayıp yaşamam gerekiyor. Bana sunulanı kabul ederken aniden ortaya çıkan korkunç bir kuşku içimi kemiriyor! Ya bu benim yolum bir simya yolu değilse? Ya bir aptalsam, sırf başarısızlığımdansa kaybetmem? Ya ben bir son avcısı değil de, sıradan bir çetenin eline düşmüş, değersiz bir eşyaysam? Ya geçip gittiğim yollar gerçek değil de bir düşse? Ve bir korkaksam, aslında hiçbir zaman yola çıkmayan? Ve belki bu kuşkular, belki gerçek “son” için gerekiyorsa?
Gözyaşlarımı içime akıtıp kalkıyorum mihnet sunan eli öpüp alnıma koyuyorum. Düş mü gerçek mi bilemediğim hayatıma dönüyorum. Giyiniyorum her zamankinden başka giysilerimi. “Oooo” diyor görenler. “Bazen sıradanlıktan çıkmak gerek” diyorum..
Bilmediler tabi nerden bilsinler daha iki dakika önce onlarla buluşmadan kendimle olan randevumda simyacı olduğumu ve bir kuşkucu…
Hem simyacı, hem can üfleyici, hem kişisel kaprislilerle uğraşan bir sabah seyyahı olduğumu… Seyyahlığım sürerken sıradan olmayan benliğimde sizlere şimdilik hoşça kalın demek istiyorum, sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Bazı sabahlar başka olabiliyor… Yase
Ve İçsel Simya Hakkında Ufak Bir Bilgi
Okültizm’in dallarından biri ya da kapsadığı alanlardan biri olarak görülen simya kimi kaynaklarda iç (ezoterik) simya ve dış (egzoterik) simya olarak ikiye ayrılmaktadır. Dış simyadaki bütün kavramlar Hermes Trismegistus inisiyasyonundaki ezoterik bilgilerin anlaşılamamış sembollerinden ibarettir. Örneğin, dış simyada madenlerin birbirine dönüşümünü sağlamak anlamına gelen “büyük eser” (magnus opum), iç simyada, inisiyatik bir eğitimin sonunda elde edilen spiritüel “aydınlanma”yı ifade eder. İç simyada inisiyasyonlardaki küçük misterlere ve büyük misterlere vakıf olma “küçük eser” ve “büyük eser” diye adlandırılmıştır. “Büyük eser”i gerçekleştiren kişinin “büyük sanat”ın sonunda “felsefe taşı”nı elde etmiş, “ölümsüzlük iksirini”ni içmiş olması, inisiyatik süreç sonunda aydınlanmış olmasını simgelerdi.
“İlk madde”yi (materia prima) elde etmek ise, tüm madenlerin türediği madde cevherini elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf hali, saf şuur halini elde etmek anlamına geliyordu. Metalin altına dönüşmesi sembolizminde simgelenen bir anlam da ‘aura’nın arınması, altın parlaklığını gösterecek bir saflığa ulaşmasıdır. Hermes Trismegistus’a dayanan ezoterik sembollerin, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmemiş olanların eline geçmesi dış simyayı doğurmuştur. Bu bakımdan kimi yazarlar dış simyayı okültizm kapsamında, iç simyayı ezoterizm kapsamında ele alırlar.
Günün Şiiri
Akdeniz Yaraşıyor Sana
Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin çocuk ağladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hala
Senle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenim alkolik asarım
Mutun doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca anladım
Eski Yunan atları var hani
Yeleleri bükümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan izdüşümleriyle
Yürüyor Balan tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru
Kadınım Yaraşıyorsun sen Akdeniz’e
Can YÜCEL
Günün Fıkrası
Neden Yuttun?
Küçük Temel yolda bir hamile hanıma rastlar. Ardından yürür bir an. Sonra dayanamaz sorar karnını göstererek;
“Orada ne var?”
“-Bebeğim.”
“-Onu çok mu seviyorsun?”
“-Evet?”
“-O zaman neden yuttun?”
Günün Sözü
Yalanın dostu, gerçeğin düşmanı çoktur.
D.GIRARDIN
Bu dahil bütün genellemeler yanlıştır.
F.NİETZSCHE