Bazı Sabahlar Başka Olabiliyor…

0
70

Günaydın sevgili okuyucularım nasılsınız bu sabah? Havalar yine hastalıklı. Çevremde herkes şu ya da bu şekilde hasta, mıy-mıy ve garip bir şekilde gece haşat gündüz canavar! Yapmakta oldukları işler onlara  enerji veriyor  ve hastalıklarını unutuyorlar ama gece olunca her tarafları kırım, kırım kırılıyor  ve  naz niyazlarından geçilmiyor. Bense tam tersi  gündüz güneşten kaçan  gece ise karanlıktan beslenen hayaletler gibiyim.  Bütün mıy-mıylığım, nazım niyazım güneşe. Geceye ise sevgim ve enerjim kalıyor. Gündüz yapmak zorunda olduğum şeyleri ancak toparlayabiliyorum. Ve bu ufak yollu bir işkenceye dönüşebiliyor bazen  bu günlerde   bazen de bir yolculuğa davet…

Örneğin bu sabah simyacı takıldı aklıma. Simyacı kitabını okumuşsunuzdur. Paulo Coelho’nun ilk baskısını 1988 yılında yaptığı ve bizim ancak 2000’lerde okuduğumuz kitabın adı  bütün dünyada yankılar yapan ve benim okuduğumda ilk sizinle paylaştığım çünkü paylaşılmaya değer bulduğum muhteşem bir kitap, adeta bir öğreti adeta bir felsefe adeta bir macera sıradan ama sıradan olmayan. Romanın kahramanı İspanyol koyun çobanı Santiago

Santiago tapınakta gördüğü rüyanın peşine düşerek hazinesini aramak üzere piramitlere doğru yol alır. Yolda başına gelmeyen kalmaz. Slam kıralı ile görüşür zengin olur parasını yitirir, madeni altına çeviren simyacılardan simya yapmayı öğrenir. Ve eşkıyaların eline düşer başına gelmeyen kalmaz. Ve sonunda   gerçek hazinesini bulur. Aradığı yerde değil. Bıraktığı yerdedir hazinesi?!

Ve bu sabah gözlerimden uyku akarken, umutsuzca simyacı geldi aklıma  bende simya yapıyorum her halde dedim kendime. Oysa önce sınandığımı düşünüyordum. Bir sınav olmalı bu yaşadıklarım diyordum. Ve aslında sınavlar simya yapmaktan başka nedir ki? dedim kendime. Bir hedefim var bir isteğim. Aynen Santiago gibi. Ve o hedef belki yanı başımdadır, hala göremedim, bulamadım hala dolaşıyorum, yıkıntılar arasında ve elime geçenleri yitiriyorum öylesine. Hırsızlar her tarafımda, birisi paramı  çalarken bir diğeri zamanımı  çalıyor. Hem de içimi yakacak kadar, öylesine çalıyorlar ki artık hiçbir şeyi saklamıyorum ne zamanımı, ne düşüncelerimi, ne paramı ne pulumu… Hırsızlık olmasın diye adı.

Ve elim bomboş ilerlemeye devam ediyorum, yeni kazançlar  elde etmek için ve kazandığımı yeniden yitirmek için. Böylece belki gerçek ve tek kazancı bulabilirim? Dolaşırken kıyılarda köşelerde  tahta bir tabure üzerine siniyorum.. Salem kralı  değil yanımda oturan. Kendi kralımı  buluyorum, bütün kralların kralı yanı başımda oturuyor. Saatlerce konuşuyorum, saatlerce o söylüyor ben  dinliyorum. Hatta o söylerken ben ağlıyorum. Ve kalkıp gittiğinde, gerçek  sona daha çok var, uzun bir yol, dikenli taşlı, derin  uçurumlu   ve ancak daha  sonra” diyorum. Ohh, git, git biter mi bu yol? Tevekkülle baş eğiyorum. Eğilip bana bunları sunan eli saygıyla öpüyorum.

Gidilecek yollar, kaybedilecek zaman ve kazanılacak hediye için, daha çok gözyaşı, daha çok kayıp yaşamam gerekiyor. Bana sunulanı kabul ederken aniden ortaya çıkan korkunç bir kuşku içimi kemiriyor! Ya bu benim yolum bir simya yolu değilse? Ya bir aptalsam, sırf başarısızlığımdansa kaybetmem? Ya ben bir son avcısı değil de, sıradan bir çetenin eline düşmüş, değersiz bir eşyaysam? Ya geçip gittiğim yollar gerçek değil de bir düşse? Ve bir korkaksam, aslında hiçbir zaman yola çıkmayan? Ve belki bu kuşkular, belki gerçek “son” için gerekiyorsa?

Gözyaşlarımı içime akıtıp kalkıyorum mihnet sunan eli öpüp alnıma koyuyorum. Düş mü gerçek mi bilemediğim hayatıma dönüyorum. Giyiniyorum her zamankinden başka  giysilerimi. “Oooo” diyor görenler. “Bazen sıradanlıktan çıkmak gerek” diyorum..

Bilmediler tabi nerden bilsinler daha iki dakika önce onlarla buluşmadan kendimle olan randevumda simyacı olduğumu ve bir kuşkucu…

Hem simyacı, hem can üfleyici, hem  kişisel kaprislilerle uğraşan bir  sabah seyyahı olduğumu… Seyyahlığım sürerken sıradan olmayan benliğimde sizlere şimdilik hoşça kalın demek istiyorum, sağlık ve sevgiyle kalın sevgili okuyucularım. Bazı sabahlar başka olabiliyor… Yase

Ve İçsel Simya Hakkında Ufak Bir Bilgi

Okültizm’in dallarından biri ya da kapsadığı alanlardan biri olarak görülen simya kimi kaynaklarda iç (ezoterik) simya ve dış (egzoterik) simya olarak ikiye ayrılmaktadır. Dış simyadaki bütün kavramlar Hermes Trismegistus inisiyasyonundaki ezoterik bilgilerin anlaşılamamış sembollerinden ibarettir. Örneğin, dış simyada madenlerin birbirine dönüşümünü sağlamak anlamına gelen “büyük eser” (magnus opum), iç simyada, inisiyatik bir eğitimin sonunda elde edilen spiritüel “aydınlanma”yı ifade eder. İç simyada inisiyasyonlardaki küçük misterlere ve büyük misterlere vakıf olma “küçük eser” ve “büyük eser” diye adlandırılmıştır. “Büyük eser”i gerçekleştiren kişinin “büyük sanat”ın sonunda “felsefe taşı”nı elde etmiş, “ölümsüzlük iksirini”ni içmiş olması, inisiyatik süreç sonunda aydınlanmış olmasını simgelerdi.

“İlk madde”yi (materia prima) elde etmek ise, tüm madenlerin türediği madde cevherini elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf hali, saf şuur halini elde etmek anlamına geliyordu. Metalin altına dönüşmesi sembolizminde simgelenen bir anlam da ‘aura’nın arınması, altın parlaklığını gösterecek bir saflığa ulaşmasıdır. Hermes Trismegistus’a dayanan ezoterik sembollerin, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmemiş olanların eline geçmesi dış simyayı doğurmuştur. Bu bakımdan kimi yazarlar dış simyayı okültizm kapsamında, iç simyayı ezoterizm kapsamında ele alırlar.

Günün Şiiri

Akdeniz Yaraşıyor Sana

Akdeniz yaraşıyor sana

Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun

Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında

Hiç dinmiyor motorların gürültüsü

Köpekler havlıyor uzaktan

Demin çocuk ağladı

Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine

Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir

Denizi tokmaklıyor balıkçılar

Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak

O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği

Hayatta yattık dün gece

Üstümüzde meltem

Kekik kokuyor ellerim hala

Senle yatmadım sanki

Dağları dolaştım

Ben senden öğrendim deniz yazmayı

Elimden düşmüyor mavi kalem

Bir tirandil çıkar gibi sefere

Okula gidiyor öğretmenim

Ben de ardından açılıyorum

Bir poyraz çizip deftere

Bir ada var sırf ebabil

Dönüyor dönüyor başımda

Senle yaşadığım günler

Gümüş bir çevre oldu ömrüm

Değince güneşine

Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını

Gözlerim kamaşınca senden

Ölüm belki sularından kaçırdığım

O loş suda yıkanmaktır

Durdukça yosundan yeşil

Kulaç attıkça mavi

Ben düzde sanırdım yıkıntım

Örenim alkolik asarım

Mutun doruğundaymışım meğer

Senle çıkınca anladım

Eski Yunan atları var hani

Yeleleri bükümlü

Gün inerken de öyle

Ağaçtan izdüşümleriyle

Yürüyor Balan tepeleri

Yürüyor bölük bölük can

Toplu bir güzelliğe doğru

Kadınım Yaraşıyorsun sen Akdeniz’e

Can YÜCEL

Günün Fıkrası

Neden Yuttun?

Küçük Temel yolda bir hamile hanıma rastlar. Ardından yürür bir an. Sonra dayanamaz sorar karnını göstererek;
“Orada ne var?”
“-Bebeğim.”
“-Onu çok mu seviyorsun?”
“-Evet?”
“-O zaman neden yuttun?”

Günün Sözü

Yalanın dostu, gerçeğin düşmanı çoktur.

D.GIRARDIN

Bu dahil bütün genellemeler yanlıştır.

F.NİETZSCHE